İlkokul öğretmenim Sayın Ömürseven Tezel’den başlayarak tüm öğretmenlerimin öğretmenler gününü tüm kalbimle kutluyorum.

Ödüllü bir öğretmen hikayesi:
Seyretmiştim yıllar evvel, bir daha seyrettim. Denizaltı filmi olması dışında her şey çok klişe. Dünya bir savaşın eşiğinde ve milyarlarca insanın kaderini bir kaç insanın göstereceği kahramalık çizecek…Denzel Washington, Gene Hackman, Viggo Mortensen gibi sevdiğim oyunculara rağmen Das Boot ile karşılaştırıp sıralayacak olursam sonuç şöyle olur sanırım:
1. Das Boot
3. Crimson Tide
Rope (1948) torrent mucizesini geç de olsa çözdükten sonra ilk indirdiğim filmlerden biriydi. En iyi Hitchcock filmlerinden değil belki ama yıllar önce, Utku ile sinema sohbetimizde ne kadar beğendiğini anlattığından beri hep görmek istemiştim (şimdi sadece çok görmek istediğimi hatırlıyorum, kimbilir nasıl anlatmış olmalı). Filmi zamanına göre yenilikçi ve deneysel kılan, tek mekanda kesintisiz kamera takibiyle filmin çekilmiş olması. Youtube’da bulduğum trailer ise hoş bir sürpriz oldu; kronolojik olarak filmde geçen öyküden birkaç saat önce geçen filmde olmayan bir sahne var. Şöyle:
80 dakika gerilimini koruyan, ¨seyredilebilir¨ den fazlasını hakeden bir film. Hitchcock’un ilk renkli filmi olması gibi gereksiz bir detayı da vermiş olayım. IMDB notu 8.1, uygundur.
İki nedenle, hem askere geldiğimden beri tatilde sayıldığımdan (evet askerlik neredeyse yan gelip yatma yeriymiş), hem de burada tatil, haftasonu gibi kavramların çok anlamı olmadığından, tatil kelimesi geçen dokuz günün benim zihnimdeki yerini doldurmuyor. Yarın da bugün nasıl geçtiyse öyle geçecek muhtemelen. Öte yandan güzel geçti şu son günler, İlke 2 gün için buradaydı, Borçka’yı, Artvin’i gördü, buralardaki arkadaşlarımla tanıştı. Yoyo kafenin tulumlu kemençeli bir Cuma akşamına tanık oldu. Doğumgünüm için gelen mesajlar, telefonlar geldiğim yerleri ne kadar özlediğimi hatırlattı. En sonunda kurduğum skype ile tüm ailemle görüntülü bayramlaşma, Engin ile basketbol sohbeti yapma şansım oldu. Bülent abi sağolsun, ufak bir yazı revizyonu da olsa, yazı çizi işleriyle uğraşmaya da başladım en sonunda. Bir de yavru köpeklerimizden Garip ve Duman hasta olmasaydı keşke..
Neredeyse 4 ay bitecek sahiden. Hayat devam ediyor.
Çok uzun bir süredir sanat eseri ile kastedilenin yaratıcısının meselesini uğraştığı disiplin içinde kendine has üslubuyla anlatma çabası, ve bu çaba sonunda ortaya koyulan ürün olduğunu düşünüyorum. Sanat insanlarını da, biraz bu yüzden, benim göremediklerimi gören, ben de görüyor olsam da benim asla anlatamayacağım şekilde anlatabilen insanlar olarak algılarım. Bu fikir akışına göre sanatçının da emeli anlattığının anlaşılması, eserine bakan, onu okuyan, seyreden kimsenin onun gibi düşünebilmesini sağlamak olmalı gibi gelir bana. Sanatçı, en azından makbul olanı, doğrudan kendisi gibi düşünmemizi, kendisini anlamamızı istemeyecektir, böyle bir yol izleyenler ¨blogger¨ ya da en fazla köşe yazarı olur. Sanat eserinin büyüklüğü bizleri, bizim gibi olmayanların, bizim olamadıklarımızın yerine koyabilme gücünden gelir. Sınırları insan zihninin yaratıcı sınırsızlığında gezen edebiyat- veya edebi roman-, tiyatro ve en çok da sinema biraz bu yüzden örneğin pastik sanatlardan daha çok insana ulaşabiliyor diye düşünürüm. Okurken, seyrederken kendimizi kaptırdığımız, derilerinin altına girmemize izin veren karakterler kendi çelişkilerini yaşarlarken bizim için de hayatla, dünyayla hesaplaşma zamanıdır. Hesaplaşmadan artakalan, sanatın insanı aydınlatan, değiştiren ışığıdır. Bu hesaplaşma bizim kendimizi, hayatı daha iyi anlamamıza ve tanımamıza yardım eder. En sıkıcı, edilgen, mutsuz hayatlarımız sadece daha çok ¨anlayabildiğimiz¨ için bile daha çekilir olur; bilmek mutlu olmaktır çünkü. Yine bundan dolayı, bahsetmeye çalıştığım ışığın evrensel olarak en parlak kabul edildiği, zaman tanımayan edebi eserler insan doğasının zıtlıklarını en çarpıcı şekilde ortaya koyan Shakespeare ve Dostoyevski’den insanlığa kalanlardır.
Sinema yüz küsur yıldır, modern batı edebiyatının kabaca 400 yıllık birikimini de kullanarak, diğer tüm sanatlardan, biraz da hepsinin toplamı olduğu için, daha fazlasını vaadediyor. Sinema benim gözümde metin, görüntü, müzik ve oyunculuk performansının karışımı. Nedenini açıklayamam ama tam olarak bir sinema türü olarak sınıflanamayan denizaltı filmlerine karşı zaafım olduğunu da söylemeliyim. Denizin altındaki klostrofobik ortam, sonarların rahatsız edici sesi, torpillerin, bombaların dizleri titreten gürültüleri her zaman beni kendine çeker. Das Boot ise bütün bunlardan biraz daha fazlası. Birleşik Devletler’e gelmeden ve Troy, Air Force 1, Perfect Storm gibi gişede hasılata oynayan filmlerinden çok önce, 1981 senesinde çektiği başyapıt filminde Wolfgang Petersen denizaltının beni çeken dünyasını eşsiz bir başarıyla aktarıyor. İkinci dünya savaşında, rüzgarların yön değiştirmeye başladığı bir dönemde bir Alman denizaltısında hem komutanlara, hem genç askerlere Alman gözüyle bakarak, Alman sinemasının 2. Dünya Savaşı’ndaki başarısızlıklarına insani ve özeleştirel bir dille yansıtan Stalingrad, Downfall gibi filmlerine de öncülük yapıyor. Das Boot ne kahramanlık, ne de propoganda filmi. Esas başarısı, benim gözümde, üç saat süresince insanoğlunun, ruhumuzun savunmasız ve kırılgan olduğu kadar güçlü, acımasız olduğu kadar merhametli, cesaretle olduğu kadar korkuyla dolu, ve zeki olduğu kadar zayıf ve ahmak olduğunu kusursuz bir anlatımla gösteriyor olması.
Filmi seyreden veya seyredecek olanlar, ¨2/3 tam yol geri¨ emrini verdiği sırada, kaptanın karşısında yanan geminin alevlerinin yansıdığı mavi gözlerinde ne demek istediğimi göreceklerdir sanırım. Son söz; henüz görmediyseniz görün derim, pişman olmayacaksınız.