Fotoğraf makinemden çıkan karelerle Karadeniz turu..

Camili’den dönüş yolculuğunda hem SLR makina, hem cep telefonu ile fotoğraflar çekmiş, cep telefonum ile çektiklerimi eş zamanlı olarak bloga koymuştum. Engin’in tabiriyle eşsiz bir vesika olan o yazı ve fotoğraflara burayı tıklayarak erişebilirsiniz.

Döndüğümden beri (2 ay oldu neredeyse, inanılır gibi değil) bir yandan blogda gezi ile ilgili dünya kadar fotoğraf olduğundan, biraz da tembellikten fotoğraf makinamdaki fotoğrafları bilgisayarıma aktarıp bloga koymak için fotoğraf seçememiştim. Cumartesi öğleden sonrası sakinliğinde nihayet fotoğrafları aktardım, seçtim ve motorcu jargonuyla gezi raporu haline getirmeye fırsat buldum.

Yol malum Camili’den başladı. Bir senenin iyi-kötü hatıralarını sırtıma yükleyerek belki de son kez Macahel geçidinden geçip Macahel Havzasını geride bıraktım.

Hep Dumanlı Macahel

Borçka’da iki üç gün içinde teskere işlemlerini tamamladım, kendi motorumun tüm hazırlıklarını bitirdim, yol arkadaşım Engin’in motorunu otobüsten teslim aldım. Dostlarımla vedalaştım, Ali Usta’nın bulduğu ehliyetsiz bir motorcu arkadaş ile 2 motor Hopa’ya geçtik.

Kazım Koyuncu (1972- )

Hopa denince aklıma Kazım Koyuncu geliyor. Yola çıkmadan birkaç gün önce, 25 Haziran’da mezarında anma töreninde bulunma fırsatım olmuştu, üstteki fotoğraf o günden. Hopa yeşil, uygar bir kent. Karadeniz’in tüm kültürel unsurlarını birarada ve dengeli bir şekilde üzerinde taşıyor. Biraz daha uzun zamanımız olsaydı, Hopa’yı, hatta Batum’u gezmek isterdim. Engin gece geldi, ertesi sabah yola çıktık.

İlk durak Çamlıhemşin üzerinden Ayder yaylası oldu. Ayder’e kadar olan yol, bir motorcu için tatlı virajları, asfalt kalitesi, sarı şeritleri, daha da önemlisi yola eşlik eden fırtına deresi ve türlü yeşilliği ile gerçek bir şölen.

Çamlıhemşin-Ayder yolu

Ayder yaylası için herkesin söylediğinden farklı söylenecek çok şey yok. Bugünkü haliyle oraya Burger King açılsa sırıtmaz. Oturup dinlendik, biraz yürüyüp fotoğraf çektik. Herkesin önerdiği, o bölgenin en güzel yaylası olarak söylenen Pokut’a gitmeye karar verdik.

Ayder
Ayder yaylasında şelale

Pokut’a çıkamadık. Yolunu bulduk, girdik, ama patikadan hallice olan dik ve taş toprak yokuşun ilk 50 metresinde oraya çıkamayacağımız belliydi. Pokut, Sal yaylaları içimde ukte olarak kaldı, eminim ileride bir zamanda -mümkünse motorla- oralara çıkarım.

Çamlıhemşinden aşağı inerek İkizdere üzerinden, yolunun biraz daha iyi olduğunu umduğumuz Anzer yaylasına doğru yola devam ettik. İkizdere ufacık bir kasaba ama dere sesi unutulur gibi değil. Karnımızı dıyurduğumuz restoranın sahibi turizmci abi bize Anzer üzerinden Uzungöl’e inebileceğimizi, tüm yolu tekrar geri dönmek zorunda olmadığımızı iddaalı bir şekilde anlatınca Anzer’e gitme isteğimiz iyice kabardı. Sonra o abinin kulakları çok çınlamıştır sanırım..

2300 m rakımdayız; Anzer yaylası

Anzer yolu bizi zorladı. Motoru yatırdım, yağmur yedik, hala bitmeyen debriyaj çilesini orada da çektim. Bir ara benim motor durup da tekrar start almayınca gezinin daha ilk günün akşamında acı verici şekilde biteceğini bile düşündüm. Ama nihayet, biraz yorgun ve biraz tedirgin Anzer’e ulaştık.

Sessizlik

Yorgunluğumuzu orada hem pansiyon işletip hem arıcılık yapan Anzer’li bir ailenin ikram ettiği çaylarla aldık. Anzer üzerinden Uzungöl’e gitmek istediğimizi duyduklarında bize kimi şaşkınlıkla kimi tebessümle baktı. Ortak karar o mevsimde (Haziran sonu!?) zaten yolun karla kaplı olduğu, olmasa bile motorla geçilemeyeceği olunca biz de geri dönme kararı verdik.  Geceyi Uzungöl’de geçireceğimiz ve saati çoktan 7 yaptığımız için fazla kalamadık.

Anzer yolu

Yolun geri kalanını yavaş ama pek durmadan geçerek gece 10’a doğru Uzungöl’e ulaştık. İlk gün bitti derken kendimizi insanların sanki bir ayinmişçesine horon çekip kendinden geçtiği bir restoranda bulduk. Tüm gezi boyunca yanımda ne fotoğraf makinamın, ne cep telefonumun olmadığı tek zamanın o an olması gerçekten büyük talihsizlik oldu. Sonrası uyku, ve tabii ki sabahın köründe uyanma. Erken uyanmanın faydalarından daha önce de bahsetmiştim..

Uzungöl

Ertesi gün Uzungöl’de güzel bir kahvaltı ederek tekrar yola koyulduk. İlk günden yeterli yayla dozuna ulaşınca Giresun’da Kümbet Yaylası’nda çıkmaktan vazgeçtik, o zamanı bir plajda dinlenip denize girerek harcamaya karar verdik. Sahilden Rize, Trabzon, Giresun ve onca ufak kasabayı geçerek Ordu’ya vardık. Ünlü Boztepe’ye çıkma konusunda Engin’le fikir ayrılığı yaşasak da, manzarayı gördüğümüzde soluğumuz kesildi.

Boztepe, Ordu

Ordu’da Boztepe manzarası, akşam yemeği, otel, herşey harikaydı. Milli kadınların finalde kazanamaması, kazanamayacağını biliyorduk, o günün tek kusuru oldu.

Ertesi sabah Fatsa’dan geçerek Ünye’de ilk molamızı verdik. Güzel Ünye’de sıcaktan bunalmış çocukların zamanlı fıskiyeler ile oynamasını seyrederken, çocukluğumu ne kadar özlediğimi düşündüm.

Ünye'de çocuklar

Ünye’de mecburi hizmet yapan eski hastaneden arkadaşımız Ebru ile öğle yemeği için sözleştik, öğle arasını denize girerek bekledik. Hatıraları yad edip karnımızı doyurduktan sonra Amasya’ya doğru yola koyulduk. Zihnimin bir köşesinde her zaman askerliğin kötü anıları ile beraber hatırlayacağım Samsun’u sadece benzin molası vererek geçtik.

Amasya Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’dan taşıdığı izleri özenle korumuş, temiz ve güzel bir kent. Eğer yolu düşen olursa, Emin Efendi Konakları’nda ve Yeşilırmak’a bakan bir odada kalmalı. Akşam yemeği geçiştirip, tarihi Selçıklu hamamında 3 günlük kirimizi attık.

Amasya; taş mezarlar, Selçuklu camileri, Osmanlı yalıları içiçe
Amasya'da gün batımı
Amasya'da gece

Uzun yolculukların beni en çok heyecanlandıran ve ilgi çekici yönü yol boyunca insanların ve coğrafyanın değişimine tanıklık etmek. Karadeniz’e yolculuk yapıyorsanız, o bölgeye giderken tabiatın, yer örtüsünün dramatik değişimini görüp hayran olmamak mümkün değil. Tüm Karadeniz yeşilliklerle kaplı. Doğu Karadeniz, kışı geçirdiğim bölgeler  içinde her tür ağacın olduğu yağmur ormanlarıyla kaplıydı. Rize’den itibaren önce çay tarlaları, sonra büyük çam ormanları başladı, daha sonra Ordu ve Giresun’da dağ taş fındıklıklarla kaplıydı. Amasya’ya inip tekrar Karadeniz’e çıkışımızda, sonrasında Küre Dağları’nı geçip Kastamonu ve Safranbolu’ya geçişimizde hep bu eşsiz coğrafi değişikliğin izini sürdük, tanığı olduk.

Karadeniz'den İç Anadolu'ya geçiş
Ovaları geride bıraktık, Durağan ve Boyabat üzerinden Sinop'a çıktık.
Durağan baraj gölü kenarında bir motorcu; Engin Ader

Fotoğraf makinamda Sinop’ta çekilmiş hiç bir kare yok, yorgunluktan mı, Sinop’u gezmediğim için mi, kaldığımız il özel idaresine ait tesiste rezervasyonumuzu bulamayıp bizi uzun süre beklettiklerine sinir olduğum için mi tam hatırlamıyorum. Sinop ile ilgili en güzel hatıra yine Şişli Etfal’den dostlarım Oylum ve Enis’le yediğimiz keyifli akşam yemeği oldu.

Ertesi sabah kahvaltımızı Abana’da yaptık. Yolun tahammül edilemeyecek kadar bozuk olduğuna ikna olduğumuzdan Amasra’ya sahilden değil, İnebolu-Küre Dağları-Kastamonu ve Safranbolu üzerinden gitmeye karar verdik. Sinop’un batısı tüm Karadeniz’in hüzün seviyesinde yalnız ve en az kalabalık bölgesi sanırım.

Abana'da 700 yıllık çınar

İnebolu Kastamonu arası kısım kısım yol güzel olsa da bayağı bir kısımda da yol çalışmaları var. Küre dağlarını madenlerden bakır taşıyan teleferiklerin zayıf gölgelerini takip ederek geçtik, yolumuz uzun olduğu için Kastamınu’ya girmeden, kısa molalar ile Safranbolu’ya vardık. En kısa molalarda bile yollar güzel kareler vaat edebiliyor.

Küre Dağları, Çataltepe geçidi
1hp vs. 70 hp

Safranbolu’ya ilk defa gitmiyorum. Rotanın geri kalanını yıllar ince ilk motorumla yalnız yaptığım gezide de tekrar etmiştim. Safranbolu’yu beğenmek için ilk defa gitmeye gerek yok tabi. O zaman da, şimdi de, hayatın, tarihin bu kentte bir yerlerde kesintiye uğradığını ve zamanın burada geriden geldiğini düşünüyorum. Safranbolu’nun bu defaki tek hayal kırıklığı kuyu kebabıydı benim için.

Safranbolu
Arasta Çarşısı, Safranbolu

Son gecenin son durağı Amasra oldu. Önceki gelişimde çok sevdiğim bu güzel kasabayı bu defa sevemedim. Bir yıllık askerliğin sonunda eve dönmeden bir gün önce nerede kalsam sabırsızlanıp, orada kusur arardım. Nefis salata, rakı-balığa rağmen İstanbul fiyatları, başımda ufak bir delik açan minik kaza ve suyu akmayan pansiyonun bu hislerimde payı vardır sanırım. Bu olumsuzlukların hiçbir Amasra’nın güzelliğini kapatmaya yetmedi öte yandan..

Amasra
Gün batarken, Amasra

Ertesi gün Bartın, Zonguldak, Ereğli ve Akçakoca’dan geçip Karadeniz’in deniz kısmı ile vedalaştık. Düzce’den otobana girerek İzmit’e vardık ve benim yolculuğum sona erdi. O günün tümü, benim için uzun bir yılın, ömrümün akışını değiştiren bir zaman diliminin sona erdiği gün olduğu için, gördüğüm, gezdiğim, yediğim birer teferruat oldu.

En yakın dostlarımdan biriyle, çok güzel, çok dolu bir gezi oldu. Döndüğümde hiç askere gitmemiş, sadece motor gezisine gidip dönmişim gibi hissediyordum. Duygularımı daha önce de yazmıştım, geçerlidir.

Nereye gidersen git, bir yerler her zaman uzak kalır.

Süperdi be yaa!..

Evdeyiz, koyda büfe işleten amcanın deyişiyle haftasonu süperdi be ya..

Yan çadırdaki arkadaş-adaş aynı zamanda- <elimde olsa her hafta sonu gelirim buraya> dedi ya, altına ben de imzamı atarım. Motorla, hiç zorlamadan 5 saate yakın sürüyor yol. Koyda içme suyu var, elektrik yok, meşrubat, yemek, ekmek var, gürültü yok. Tahminime göre birkaç yıla bozulur, tesis filan kurulur. O zamana kadar mümkün olduğu kadar sık gitmek lazım.

Kömürcü Limanı’nda şebeke yeterince güçlü değildi zaten, cep telefonunun şarjı da bitince ne fotoğraf çekebildik, ne de bloga ekleyebildik. Tüm çekebildiklerimi de ekliyorum buraya.

Kömür Koyu'na giden yolun son 7 km'si toprak ama son kilometrelerde manzara akıl alan cinsten.
Yaşam alanı; 1+1 mutfak ve salon, deniz manzaralı, yerler taş zemin, arka taraf ormana bakıyor

Şampiyonların kahvaltısı. Menü: şişte sucuk-domates (kömür ateşinde), peynir, ekmek, karpuz, içecek su.