Karçal yaylalarında 1 hafta

Nerede kalmıştık?

Çantam ile ilgili aksilikleri giderdik. Çok sevdiğim eski dostum ve abim Şenol Taban’ın Klaskur Köyündeki güzel pansiyonu Lapera’ da hasret giderip “çaça bastık”. Çantalar ile ilgili son hazırlıklar yapıldı ve ertesi sabahı beklemeye başladık.

15.07 günü ben, iki eski dostum Engin ve Utku, yeni dostum, rehberimiz Simon, toplam dört kişi Efeler Köyü son mahallelerinden yürüyüşe başladık. Kapanmış patikalara girdik, tırmandık, geri döndük. Gorgit Yaylası’na akşamüstü ulaşabildik. Ara yayla olan ve bu mevsimde boş olan Gorgit’de gece kalmayacaktık. A planımız Yıldız Gölü’nde kamp atma fikrinden saatin ilerlemesinden ve sırtımızdaki beyaz eşya ağırlığındaki yüklerden dolayı vazgeçip daha yakındaki(!) Beyazsu Yaylası’na yönelip günü tamamlamayı hedefledik. Silinmiş patikayı kaçırıp orman içinde kaybolduk, havayı karartıp alın ışıkları ile yürüdük, çok söylendik ama daha ilk günde 10 saate varan bir yürüyüşle Beyazsu Yaylası’na ulaştık. Çadırda yatmadan önce tek düşündüğüm içine bıçak girmiş gibi acıyan sağ omzum ve oynatamadığım sağ kolumla geziyi nasıl tamamlayacağımdı.

Ertesi sabah neredeyse hiç acımın kalmamış olması nasıl açıklanır? Az bir nedenle gece aldığım ağrı kesicidir. Ana kampı burada attığımız için iki gün boyunca tüm ekipmanı taşımadan sadece ufak çantalar taşımamız da çok rahatlatıcı oldu. Neyse, sisli bir sabaha uyandık. Demirkapı ve 3000 rakımlı Kurtboğazı’nı geçerek Yıldız Gölü’ne ulaştık. Tüm bir hafta boyunca etrafımızı saran dumana en çok burada hayıflandım. Buzul gölü olan Yıldız’a sadece başımızı sokabildik, biraz soğuktu..Dönüşte Gölboğazı üzerinden Demirkapı’ya ve kamp attığımız Beyazsu yaylasına indik. Herşey yoluna giriyordu.

Çarşamba sabahı zirve için uyandık. Çadırdan çıkıp önümdeki sisi görünce kısa süreli bir hayal kırıklığı oldu, arkama dönüp yüzümü tırmanacağımız zirveye çevirince pırıl pırıl bir gökyüzü ve üzerimize devrilecekmiş gibi heybetli zirveyi gördüm, mutluydum. Yolda Utku ayrıldı, tırmanış için kendini hazır hissetmiyordu sanırım ama sonradan öğrendik ki o da esaslı bir macera yaşamış. Tsvane ve Tsxenvage eğimlerini ve zirve sırtını geçtik. Sonunda uzun ve yorucu, molalar çıkartıltıktan sonra 3 saat 50 dakikalık bir tırmanıştan sonra zirvedeydik. Oraya çıkabilmiş olma, manzara, yorgunluk, yükseklik.. hepsi birleşince gerçekten nefesler kesiliyor. Çok daha mutluydum. Dönüşümüz yerçekimine ve susuzluğa karşı ufak çaplı bir mücadele oldu sadece.

Perşembe sabahı yine yol gözüktü. Devskel ve Klaskur Büyük Yaylaları’nın kenarından geçtik. Sis ve dumandan dolayı apayrı bir görsel güzellikteki, iki tarafı uçurum Didağma geçidinden geçtik. Verketili düzlüğünü de geçip üç gecelik çadır maceramızı sonladıracak Lapera Oberj yayla evine vardık. Kapıda herkesin güldüğünü göreceksiniz; dört gündür dışarıda ve duman içinde olmamızdan, devamlı su içinde yaşayıp yürüyor olma hissinden sonra kapalı bir mekana, üstelik içinde müthiş bir kuzine soba yanacak bir yere girerken ki sevincimizden bu tebessümler.

Bizim tırmanış tatili bu noktadan sonra gurme tatiline doğru evrilmeye başladı. Yaban armutlar, taze fındık ve çaça, kuzinede patates, peynirli omletler ertesi gün gelecek ziyafetin habercisiymiş sadece. Geç saatlere kadar çaça destekli muhabbet ile çadır içindeki üç gecenin acısını çıkardık. Ertesi sabah benimle beraber uyanan baş ağrısı da gecenin acısını çıkardı. değerdi, olsun.

Askerliğimde tanışıp çok sevdiğim bir başka abim de Burhan Abi. Geçen iki senede eşiyle beraber işlettikleri Borçka içindeki ufak büfelerini bıraktılar. Karagöl Yayla Evi adında güzel bir pansiyon yaptılar. Şimdi tüm yaz dönemi oradalar. İçtenliklerini anlatamam, görmeniz lazım. Ha bir de Saniye Ablanın ziyafet sınırındaki çeşitli yemeklerinin lezzetini anlatamam; tatmanız lazım. Burada üzücü tek bir nokta hatırlıyorum; Burhan abinin geçen iki yılda tavlayı pek de öğrenememiş olduğunu görmek beni yaraladı biraz. Güzel bir akşam, sabah Macahel geçidi yolu üzerindeki yürüyüşümüz ve nefis bir kahvaltı sonrası vedalaştık.

Yayla coğrafyasını adım adım geride bıraktık. Karagöl’e inerken yine ormanların içine girdik. Derelerin üzerinden geçtik. Nefis kokuların içinden geçtik. Doğa mucizesi Karagöl çevresinde son adımları atarak geziyi taçlandırırken bu güzel altı günün bitişine dair burukluk başlamıştı. Aşağı iniş yolunda ortada bir yerde Şenol abi ve matarasındaki çaça ile buluştuk. Gerisi medeniyet..

Altı yedi gün çabuk geçti ve hastaneye döndüm. Sanki hiç tatile gitmemiş gibi, nasıl bu kadar çabuk ve çok yorulduğumu anlamaya çalışıyorum. Bunu düşünüp fotoğraflara bakarken tırmanış hem başlarken hem biterken dört kişi yanyana çekilmiş fotoğrafları gördüm. İki fotoğraf arasında fark yok, herkes aynı bakıyor işte..Herkes başladığı yere geri dönüyor. Esas olan yol ama. Bir arkadaşımın ifade ettiği gibi; kötü zamanlar her zaman oluyor. Önemli olan iyi zamanları nasıl yaşadığımız. Biz çok güzel yaşadık bu haftayı, insanlara, tabiata aşık oldum tekrar. Şehirde hayata hükmetmeye çalışırken yıl boyu, bir hafta için bile olsa doğanın ufak bir parçası olmak, o heybet ve uyumun içinde erimek güzeldi.

Elimdeki fotoğraflardan video kayıtlarından bir kolaj yaptım (Utku çok daha güzelini yapacaktır eminim, bekliyorum). Maksat unutmamak. Hepsi bu.

Doğu Karadeniz, yeniden ( bu nasıl başlangıç??)

Aylardır kurulan planların, haftalardır yapılan hazırlıkların sonuna geldik. Artık kader konuşsun diyerek yola koyulduk.

Check-in işlemlerimizi yapan kızın bize attığı esas kazıktan habersiz, yavaşlığından yakınıp uçağın kapısında beklerken günün ilk golünü yedik. Çantamda ilk girişteki kontrolden sorunsuz geçen kamp ocağım ve yedek propan kartuş güvenliğe takılmıştı. Utku’ya çantasından “tüp” çıktığını söyleyip bagaj eşleştirmeye davet ettiler, zira çantamda bir şekilde Utku’nun ismi vardı.

20130714-173236.jpg

Beraber havaalanında sizlerin göremeyeceği – görmek de istemeyeceği- koridorlardan geçip odalardan birinde bekledik, gümrük ve emniyetle yaptığımız ve oldukça ikna edici oldukları toplantıda kısa sürede kamp ocağı ve kartuşdan vazgeçtik! Benim çantam için Utku gerekli imzaları attı. Sonrası koşturmaca, uçakta kıymetli hayatlarının 10 dakikasını çalan ve uçağa son giren bizlere homurtular, “cık cık” lar..

Batum’da bizi Hopa’ya götürecek otobüslere bindiğimizde üçümüzün ortak kaygısı benim çantamın uçağa alınıp alınmadığı, alındıysa Hopa Havaş otobüsüne alınıp alınmayacağı oldu.

20130714-231920.jpg

Tüm çantalar gözümüzün önünde bindiğimiz otobüse yüklendi ve ikinci gol: çantam bizimle gelmiyor! Otobüsten hemen inip derdimizi nazik Gürcü polisi ve en az onlar kadar beyefendi Havaş personeline anlattık ama nafile: yapılacak birşey yoktu ve ne olacaksa Hopa’da olacaktı.

Hopa’da konu anlaşıldı; Sabiha Gökçen’de bizim bagaj işlemlerimizi yapan kız etiketlerin neredeyse tümünde isimleri karıştırdığı yetmiyormuş gibi hedef havaalanını da tek bir bagaj için Hopa yerine Batum olarak yazmıştı. Hangi bagaj mı?

Telefon trafiğinden sonra Batum’da “Adem Encin” ( bu bizim arkadaşımız Engin Ader’in ta kendisi) adına kayıtlı sahipsiz bir sırt çantası bulundu. Ya ertesi günü bekleyecektik, ya da gidip kendimiz alacaktık. Program kısa ve çok dar olduğundan almaya karar verdik. Utku kalan çantaları beklerken ben ve Engin çantayı kurtarmaya yola koyulduk. Taksi-sınır geçişi-taksi yoluyla havaalanına varıp çantaya kavuştuk. Bir kez daha, benim çantam için, bu sefer Engin gerekli imzaları attı. Çantamla sarmaş dolaş olduk. Yola koyulduk.

20130714-233314.jpg

Dönüş nispeten sorunsuzdu. Yıllar geçip tekrar buranın güzel insanlarını ve dostları görmek, çaça kaldırmak ise tarifsiz güzel oldu ve muhakkak ayrı bir yazıyla anlatılır. Hiçbir şey olmasa bile, burda herşey susuyor sadece suyuyla, kuşuyla, rüzgarı ile doğa konuşuyor. O yeter.

20130714-233728.jpg

Yarın sabah yaya yolcuğumuz başlıyor ve dört gün kadar elektrik vb tüm medeniyete uzağız. Böyle bir ilk günden sonra tam olarak neye ihtiyacımız olduğunu Gürcüler Sarp’tan Türkiye’ye girerken net olarak ifade etmişler; sağolsunlar.

20130714-170832.jpg

Görüşmek üzere!..