Üç günlük dağ gezimizin görüntüleri ile kısa bir veda

2014 haziranında üç gün için Artvin dağlarındaydık. Üç gün için bile olsa, bu sene de gidemeseydim eksik bir yıl olurdu. Zor, teknik bir yürüyüş olmasının yanı sıra yakıcı güneşi, yıldızları, bulutları ve yağmuru, rüzgarı hatta fırtınayı, dumanı tekmili birden üç gün içinde yaşama şansımız oldu. Geçen seneden alışkanlık oldu, elimde fotoğraf video ne varsa yapabildiğim kadar birleştirdim, The Shin ve Marem Gökhan Şen müzikleri ile kısa bir hatıra videosu yaptım. Belki çabuk oldu, ama buradan gitmeden de elimden çıksın, sonra ödev gibi elime yapışmasın istedim.

Eve dönünce tatsız bir sürprizle karşılaştım, tümü cep telefonu ile çekilmiş bir kısım video kaydı ve fotoğrafın deforme olduğunu gördüm. İlk başta, Şenol abinin bizi bitirme noktamız olan ormandaki kulübede ev şarabı ile karşılaması gibi, kırılan batonlarımız için yaptığımız küçük merasim gibi bizim aklımızdan gitmeyecek, maalesef sizle paylaşamayacağımız bir sürü görüntüyü kullanamamış oldum. Öyle olsun.

Buradan tekrar kendimi de aileden gibi gördüğüm en küçük Deniz’den en tecrübeli Altun Teyze’ye tüm Lapera Pansiyon ahalisine, en başta tabii Şenol abi’ye, rehberimiz ve kardeşimiz Soner’e minnetlerimi iletiyorum. Gelecek sene görüşene kadar hep aklımdasınız.

Bugün, 25 Haziran, Kazım Koyuncu’nun ölüm yıldönümü. Şair ceketli çocuk unutulmaz. Son not; bugün yine yollara düşüyorum. Uzak olacağım yine, hem bu sefer öyle böyle değil. Önümüzdeki altı ay Tayvan’da olacağım. Tüm gitmelerden farklı olarak bu sefer içimde ekşi buruk bir tat. Yoruldum mu acaba?

Hoşçakalın.

 

Dağda olma halleri üzerine aşırı derecede kişisel notlar

Havaalanından çıkıyoruz. Trabzon’da akşam güneşi. Yazıhaneden soruyoruz, ilk otobüs yarım saat içinde gelecek ve dörtbuçuk saat yolculuktan sonra bizi Borçka’ya ulaştıracak. Hesap yapıyoruz Engin’le. Gece onbirde Borçka’da olmak istemiyoruz ve ayrıca çok da akıllıyız. Yolun kenarına çıkıyor ve otostop için el kaldırmaya başlıyoruz. Kaba hesapla bir on dakika içinde kapağı bir arabaya atar, sekiz gibi Hopa, en fazla dokuzda Lapera’da oluruz. Kazanç iki saat. Bir kez daha dünyanın gerçekleri bizim gerçekliğimiz ile örtüşmüyor. Saçı sakalı karışmış, küpeli, iki kişi olan ama fiilen yanlarındaki çantalarla iki erişkin iki iri çocuk gibi gözüken insanlarız neticede. Çok da güzel yol arkadaşlığı yapardık aslında. Aklıma 18-19 yaşında Altınoluk’tan Bergama’ya otostop ile gidişim geliyor. Bir kız arkadaşımın peşinden Altınoluk’a gitmiş, göremediğimden mi ailesiyle benden erken oradan ayrıldıklarından mı hatırlayamıyorum, boş kalan günümü otostopla gidebildiğim kadar güneye giderek geçirmeye karar vermiştim. Dört vasıta değiştirmiş, dönüşü de hesaplayarak Bergama’yı varış noktası yapmaya karar vermiştim. Her araçta da ilginç insanlar vardı, nabza göre şerbet de vererek bayağı eğlenmiştim. Bu sefer öyle olmayacağı açık. Gururumuzun ve inadımızın yeterince ezilmesi yaklaşık elli dakika alıyor ve aynı firmaya ait yanımızdan geçen üçüncü veya dördüncü minibüse biniyoruz.

20140623-132802-48482230.jpg

Tek tek bir zamanlar isimlerini bilmediğim sahil kasabalarını geçerek doğuya devam ediyoruz. Arhavi’ de Arkabi marketin önünde duruyoruz. Başımı deniz tarafına çeviriyorum, içim sızlıyor. Buraya koşarak geldiğim zamanlar hem dün gibi hem çok eski. Hopa iniş noktamız, bu saatte Borçka’ya, 40 km öteye toplu taşıma yok. Neyse ki Şenol abiler Borçka’dan gelip bizi Hopa’dan alıyor da neredeyse planladığımız saatte Lapera’da olmasak bile dostların arasındayız.

İlk sabah. Uyanmamız, hazırlanmamız hep sarkıyor. Rahatız. Altun teyze ile hep beraber kahvaltı yapıyoruz. Lapera pansiyonun yakışıklı köpeği Çaça bize türlü oyunlar yapıyor. Keyifler yerinde. Çaça’ya göğsümü gösterince ayaklanıp ön ayaklarını gösterdiğim yere koyuyor. Acaba askerliğimde elimde büyüyen çoban kırmaları Duman ve Garip’e ne oldu? En son Maral köyünde hep zincirli olduklarını, çok sinirli olduklarını duymuştum. Geride kalan pek çok şey gibi onları da özlediğimi farkediyorum. Yola koyulup Borçka üzerinden Artvin’e geçiyoruz. Köprü başında mola, bira içilecek anladığım kadarıyla. Sabah saat dokuz küsur. Gürcü kafası böyle güzel bir kafa işte. Simon minibüse dönerken elinde ağırlıktan gerilmiş koptukopacak siyah bir torba. İçinde herkese sadece birer bira var, kalanı soda su filan, rahatlıyorum. Torbanın içine eğilince kendine has plastik kokusu geliyor burnuma. Çocukluğumda evde ailecek balık yerken zehirlenmiştik de hastaneye gidince yalnız olmadığımızı, ama balıktan değil de balıkların koyulduğu o siyah torbalardan dolayı kızarıp kabardığımız öğrenmiştik. Neyse ki bira için böyle bir tehlike yok, kim dağda zehirlenmek ister hem? Yola devam ediyoruz, Deriner barajına dandik bir seyir terası yapmışlar. Simon elinde bira ile inince hoş karşılanmıyoruz tek müşterinin olmadığı “tesis”te. Aile yeriymiş orası. Aşağı baksana arkadaşım, insan da doğaya hükmetme gayretinde. Devasa duvarlar yapmış, suyu tutmuş, yabanların yaşam alanlarını bölmüş, köyler ağaçlar suların altında kalmış. Doğa susuyor ama, tolerans gösteriyor, hoşgörüyor. Sen de iki saniye hoşgörülü olsan, canımızı sıkmasan olmaz mı?

Gece saat 2 olmak üzere. Ilk kamp gecemiz. Gözlerim açılıyor. Çadırın karanlığı değil de insanı ilk rahatsız eden, uyku tulumu içinde hareket edememe hali. Biten günü aklıma getiriyorum. Dağ havası aldık mı – evet, sırtımızda yüklerle yeterince yürüdük mü – evet, akşam çadırlara girmeden çaçamızı bastık mı – evet. Tevatür o ki cebinde bunca eveti olan kimseler öyle derin ve tatlı uyur ki uyandıklarında ne ruhlarında ne bedenlerinde en ufak yorgunluk kırıntısı kalmazmış. Uyku ile ilgili tüm inanışları tek başıma yıkarım sanırım. Kabus mu gördüm ben acaba? Galiba, yani hayal meyal gözümün önüne gelen görüntüler var, kaya ağırlığında. Dışarı çıkmalısın Bülent. Bir sürü fermuar açma, dar alanda vücut hareketleri ve toprağın üstüne gökyüzünün altında biryerlerdeyim artık. Zemin simsiyah. Kamp yerinin hem kuzeyinden hem güneyinden tepelerin son kalan karlarını aşağı taşıyan dereler akıyor. Ufak dereler ama çıkarttıkları uğultu heryeri dolduruyor. Gökyüzü hergün göremeyeceğiniz türden. Doğuda ufuk çizgisinin biraz üzerinde ay parlıyor. Gözüm ışığa uyumunu tamamlayınca hilal olduğunu farkediyorum. Ilk ay mı bu son ay mı acaba? Ben bunları neden bilmiyorum? Ve gökyüzü. Kara bir zeminde bu kadar fazla sayıda yıldız hiç görmemiş olabilirim bunca yaşayıp. Ufaklığımda, ilk ergenliğimde Kırıkkale’de geçirdiğim yazlar aklıma geliyor. Meyvalık içinde beton bir düzlük vardı, üzerinde oturunca uzaktan rafinerinin ışıklarını seyrederdik. Hava açık olunca gökyüzünde rafinerininkinden bile fazla sayıda parlayan nokta olurdu. Yerde gökyüzünde yıldızlar bizim yeter miktar melankoli duymamıza, hayata karşı ne kadar ufak ve güçsüz olduğumuzu hissetmemize fazla fazla yeterdi. İki bira içince dudaklarımız uyuşur ve sabaha kadar kesintisiz uyurduk. Şimdi serinliğin, derelerin gürüldemelerinin ve bu kadar yıldızın içinde yalnızlığın tam ortasındayım. Bazı şeyler değişiyor ama evrendeki önemsizliğimiz hep aynı. İçeri giriyorum. Engin uyanıyor, “rahat bir uyku uyuyamadım” gibi birşeyler mırıldanıp tekrar uyuyor. Uyu güzel kardeşim. Sen rahatsız uykuyu çadır arkadaşına sor o anlatır.
Sesini duymam lazım. Duyuyorum, iyisin. Rahatlıyorum, içim hafifliyor iyice. Bu satırları yazmaya başlıyorum.

Günlerden en uzunu. Sahiden öyle; 21 Haziran. Saatlerden günün ortası, 10 dakikalık uykumdan uyanıyorum. Dağın zirvesi (3435m) ile küçük zirve(~3300m) arasında kısa bir sırt güneydoğu ve kuzeybatı yamaçları birbirinden ayırıyor ve bu iki taraf arasında zorlu da olsa bir geçiş imkanı da sağlıyor. Geçidin adı Kurt Boğazı. Güneydoğu taraftan mavi gökyüzü altında sabah 07:15’de tırmanmaya başlıyoruz. Yolun yarısından itibaren dik eğimli Karçal Buzullarını üzerindeki hafif erimiş kar tabakası üzerinden zigzaglar atarak, yer yer kayıp korkarak nefes nefese tırmanıyoruz. İşte çıkıp sırta, çantaları dökünce sanki günlerdir hiç çimen taşlık görmemiş gibi uzanıp uyumam o ana ait. Uyandığımda Simon çoktan öğle yemeği faaliyetine başlamış bile. Tek belirgin ses rüzgar, arada yolunu kaybetmiş sineklerin, daha nadiren de kuşların sesleri. Sırtın geldiğimiz tarafı ile ineceğimiz tarafı iki ayrı dünya. Geldiğimiz tarafta ufka kadar her yer cam gibi, tek bulut yok; ineceğimiz yönde duman hızla yükseliyor, elli metre aşağısı gözükmüyor her yer bulut. Bir dağın tepesindeyiz, dağın bulutlara nasıl hükmettiğine en kritik yerden şahit oluyoruz. Mütevazi yemeğimizi yerken en güçlü şekilde hissettiğim hayatında bir kez olsun buralara gelen bir insanın geriye eskisi gibi dönmesinin mümkün olamayacağı. Burada rüzgarı duyunca, güneşe bu kadar yaklaşınca, çıkamayacağını düşündüğün kayaları tırmanınca, varıp da arkadaşınla ekmeği soğanı paylaşınca, “aşağı” indiğinde aynı insan olamazsın. Hiç bir şey öğrenemeyen biraz mütevazı olmayı öğrenir.

20140623-134610-49570949.jpg

Günlerden en uzun yürüyüş günü. Dağda hiç bir iniş çıkıştan kolay değil. Öne bakar insan, kaymayacağını, sağlam durduğuna inandığı taşı, ot kökünü veya toprağı seçer, adımını biraz da tereddütle seçtiği yere koyar. Adımını yere her koyduğunda, vücudundaki sarsılmayla beraber alnından bir iki damla ter de tam adımını koyduğun yere düşer. O damla daha yere düşmeden bir sonraki adımın için uygun yeri aramaya başlar gözlerin. Adım adımı izler, biteceğini bilmen yeter. Uzun mesafe koşu da biraz benziyor dağda yürümeye. Beyninin kaslarını, eklemlerini ikna etmesi yeterli varacağın yere ulaşmaya. Ikna etmek dağda daha kolay hem, başka seçenek yok zaten. Yağmur, sis ve dokuz saati aşan yürüyüş artık zihni de tükenme noktasına getirmişken Klaskur Büyük Yaylası’na varıyoruz. Çadırlardan dışarı çıkılacak gibi değil. Yılın en uzun günü bizim için dört buçukta bitiyor, gecenin sürprizini henüz bilmiyoruz. Yemek Simon’un çadırda pişiyor, sofra bizim çadırın içinde kuruluyor. Yemek sonrası çaçanın dibini görene kadar sohbet ediyoruz. Yorgun bedenler yağmurun sesini dinleyerek uykuya gömülüyor ama çadırın pollerini zemine değdirecek kadar sert bir rüzgarla uyanıyoruz. Gece henüz yarım, dış tente rüzgarın geldiği tarafta iç tenteye yapışmış, çadır ufak ufak su alıyor. Elle desteklediğimiz çadırda sabahı nasıl getiririz bilmiyorum. En iyisi boşvermek, en azından tulumların içindeyiz ve zaten tulum dışındaki her parça ıslak. Uyumaya çalışıyorum, bir kaç kez başarıyorum.

Gözlerim açık. Ne rüzgar sesi var ne yağmur. Çadır hala tek parça. Gece kopan küçük fırtına sisi dağıtmış, hava berrak. Toparlanıp kahvaltıyı geçiştirerek yola koyuluyoruz. Bir sene önce de geçtiğimiz, duman yüzünden en fazla 50 m önümüzü görebildiğimiz Didağma sırtından arkamızda yükselen dumanın korkusuyla koşar gibi geçiyoruz. Duman bize yetişmeye niyetli değil, hava berrak. Uzakta bir gün önce geçtiğimiz vadiler, yayla köyleri, aşağılarda çayırlar ormanlar olağanüstü bir dünyanın parçası yapıyor bizi. Geçen sene yoğun duman olmasaydı da coğrafyaya böyle hakim olabilseydik bu sene tekrar gelmek ister miydim diye düşünürdüm; şimdi buraları görmenin ancak buraya tekrar gelme isteği uyandıracağını farkediyorum. Karagöl’ün üzerinde orman içine buluşma noktamıza Şenol Abi’lerden önce varıyoruz. Yine bitti. Kutlama orman içinde Şenol Abi’nin getirdiği ev şarabıyla, esas kutlama ve kırılan iki batonun emeklilik töreni akşam olacak, tabi ki rakıyla.

Sağ şeritte giden bir minibüsün sağ cam kenarındayım. Dönüş yolundayım. Gözlerim Karadeniz’de. Üç yıl önce tam da bu günlerde, yine şimdi sol yanımda oturan Engin’le bu yollardan motorlarla geçerek İstanbul’a gitmiştik. O günlerde denize baktığımda buralara bir daha ne zaman geleceğimi düşünür, hiç bir zaman gelmeyeceğim olasılığının çok kuvvetli olduğuna inanıp hüzünlenirdim. O günlerden sonra bu yoldan kaç kere geçtiğimi unuttum. Gelecek sene de geleceğimi biliyorum bu sefer. Ama içimde yine bir ağırlık. Bendeki uzak olma halleri. Bitmiyor.

20140623-134807-49687200.jpg