Kategori arşivi: Bugün ne seyrettim

Ben bunu daha önce görmüştüm; Yojimbo

Geçmişi olmayan yalnız bir adam çetelerin idaresinde olan bir kasabaya gelir.Ne var ki kasabada bir değil iki çete vardır. Kasabada kalırsa ya zengin olacak ya da ölecektir. O üçüncü seçeneği, kasabaya düzen getirmeyi seçer.

Yojimbo

Kurusawa’nın daha çok bilinen başyapıtları Rashomon ve Yedi Samuray’dan daha sonra, 1961’de yönettiği Yojimbo ‘da da eşsiz oyuncu Toshiro Mifune ile çalışmış.

Yojimbo

Film gerek çekim tekniği, gerek görselliği, gerek hikayesiyle Japon sinemasının seçkin örnekleri arasında kalmanın ötesine geçiyor. Aday olduğu Oscar’ ı kazanamıyor ama bugün Western denilen türün kalıpları Yojimbo ile şekileniyor.

Toshiro Mifune

Öyle ki, imdb film sitesinin en iyi Western filmleri listesindeki ilk 15 film içinde 4 filmi olan (toplam yönettiği film sadece yedi) büyük yönetmen Sergio Leone, ¨Yojimbo¨’ dan 3 sene sonra ilk ses getiren Western’i ¨Bir Avuç Dolar İçin¨ i (Per un pugno di dollari) çekiyor.

Clint Eastwood

Hikaye bir yana, sahnelerin bile zahmetsizce alıntı olduğu film büyük başarı yakalıyor. Film sahiden güzel, müthiş oyuncuları ve harika da bir müziği var. Burada problem filmin  başka dilde film seyredemeyen kibirli Amerikan seyircisi için tekrar ve İngilizce çekilmesi değil. Sergio Leone’nin filmi çektiği 1964’den çok önce başka bir Kurusawa başyapıtı Yedi Samuray (Shichinin no samurai) çoktan Amerikanize edilmişti (The Magnificent Seven). Sorun Sergio Leone’nin tüm fikri izinsiz ve telif haklarını hiçe sayarak pervasızca kullanması (Alıntı değil çalıntı durumu var). Kurusawa sessiz kalmıyor bu duruma, yapımcılar 1ooooo USD ve gişe gelirlerinin %15’iyle işi bağlıyorlar. Leone ardı ardına sinema tarihinde yer eden spagetti westernler çeviriyor.

İşte böyle bir adam Kurusawa. Büyük işler yaparak büyük olmanın bir adım ötesine geçenlerden; büyük işler yaparak kalıpları değiştiren, başkalarını derinden etkileyenlerden. Yojimbo,  Yedi Samuray için ayıracak 3,5 saati olmayanlar için aynı zamanda iyi bir başlangıç filmi Kurusawa seyretmek isteyenlere. Şiddetle öneririm.

Daimi dünya bekçisi

Crimson Tide
Crimson Tide

Seyretmiştim yıllar evvel, bir daha seyrettim. Denizaltı filmi olması dışında her şey çok klişe. Dünya bir savaşın eşiğinde ve milyarlarca insanın kaderini bir kaç insanın göstereceği kahramalık çizecek…Denzel Washington, Gene Hackman, Viggo Mortensen gibi sevdiğim oyunculara rağmen Das Boot ile karşılaştırıp sıralayacak olursam sonuç şöyle olur sanırım:

1. Das Boot

3. Crimson Tide

Sadece öldürmek için öldürmek

Rope (1948) torrent mucizesini geç de olsa çözdükten sonra ilk indirdiğim filmlerden biriydi. En iyi Hitchcock filmlerinden değil belki ama yıllar önce, Utku ile sinema sohbetimizde ne kadar beğendiğini anlattığından beri hep görmek istemiştim (şimdi sadece çok görmek istediğimi hatırlıyorum, kimbilir nasıl anlatmış olmalı). Filmi zamanına göre yenilikçi ve deneysel kılan, tek mekanda kesintisiz kamera takibiyle filmin çekilmiş olması. Youtube’da bulduğum trailer ise hoş bir sürpriz oldu; kronolojik olarak filmde geçen öyküden birkaç saat önce geçen filmde olmayan bir sahne var. Şöyle:

80 dakika gerilimini koruyan, ¨seyredilebilir¨ den fazlasını hakeden bir film. Hitchcock’un ilk renkli filmi olması gibi gereksiz bir detayı da vermiş olayım. IMDB notu 8.1, uygundur.

Sanat, sinema ve Das Boot

Çok uzun bir süredir sanat eseri ile kastedilenin yaratıcısının meselesini uğraştığı disiplin içinde kendine has üslubuyla anlatma çabası, ve  bu çaba sonunda ortaya koyulan ürün olduğunu düşünüyorum. Sanat insanlarını da, biraz bu yüzden, benim göremediklerimi gören, ben de görüyor olsam da benim asla anlatamayacağım şekilde anlatabilen insanlar olarak algılarım. Bu fikir akışına göre sanatçının da emeli anlattığının anlaşılması, eserine bakan,  onu okuyan, seyreden kimsenin onun gibi düşünebilmesini sağlamak olmalı gibi gelir bana. Sanatçı, en azından makbul olanı, doğrudan kendisi gibi düşünmemizi, kendisini anlamamızı istemeyecektir, böyle bir yol izleyenler ¨blogger¨ ya da en fazla köşe yazarı olur. Sanat eserinin büyüklüğü bizleri, bizim gibi olmayanların, bizim olamadıklarımızın yerine koyabilme gücünden gelir. Sınırları insan zihninin yaratıcı sınırsızlığında gezen edebiyat- veya edebi roman-, tiyatro ve en çok da sinema biraz bu yüzden örneğin pastik sanatlardan daha çok insana ulaşabiliyor diye düşünürüm. Okurken, seyrederken kendimizi kaptırdığımız, derilerinin altına girmemize izin veren karakterler kendi çelişkilerini yaşarlarken bizim için de hayatla, dünyayla hesaplaşma zamanıdır. Hesaplaşmadan artakalan, sanatın insanı aydınlatan, değiştiren ışığıdır. Bu hesaplaşma bizim kendimizi, hayatı daha iyi anlamamıza ve tanımamıza yardım eder. En sıkıcı, edilgen, mutsuz hayatlarımız sadece daha çok ¨anlayabildiğimiz¨ için bile daha çekilir olur; bilmek mutlu olmaktır çünkü. Yine bundan dolayı, bahsetmeye çalıştığım ışığın evrensel olarak en parlak kabul edildiği, zaman tanımayan edebi eserler insan doğasının zıtlıklarını en çarpıcı şekilde ortaya koyan Shakespeare ve Dostoyevski’den insanlığa kalanlardır.
U-96

Sinema yüz küsur yıldır, modern batı edebiyatının kabaca 400 yıllık birikimini de kullanarak, diğer tüm sanatlardan, biraz da hepsinin toplamı olduğu için, daha fazlasını vaadediyor. Sinema benim gözümde metin, görüntü, müzik ve oyunculuk performansının karışımı. Nedenini açıklayamam ama tam olarak bir sinema türü olarak sınıflanamayan denizaltı filmlerine karşı zaafım olduğunu da söylemeliyim.  Denizin altındaki klostrofobik ortam, sonarların rahatsız edici sesi, torpillerin, bombaların dizleri titreten gürültüleri her zaman beni kendine çeker. Das Boot ise bütün bunlardan biraz daha fazlası. Birleşik Devletler’e gelmeden ve Troy, Air Force 1, Perfect Storm gibi gişede hasılata oynayan filmlerinden çok önce, 1981 senesinde çektiği başyapıt filminde Wolfgang Petersen denizaltının beni çeken dünyasını eşsiz bir başarıyla aktarıyor. İkinci dünya savaşında, rüzgarların yön değiştirmeye başladığı bir dönemde bir Alman denizaltısında hem komutanlara, hem genç askerlere Alman gözüyle bakarak, Alman sinemasının 2. Dünya Savaşı’ndaki başarısızlıklarına insani ve özeleştirel bir dille yansıtan Stalingrad, Downfall gibi filmlerine de öncülük yapıyor. Das Boot ne kahramanlık, ne de propoganda filmi. Esas başarısı, benim gözümde, üç saat süresince insanoğlunun, ruhumuzun savunmasız ve kırılgan olduğu kadar güçlü, acımasız olduğu kadar merhametli, cesaretle olduğu kadar korkuyla dolu, ve zeki olduğu kadar zayıf ve ahmak olduğunu kusursuz bir anlatımla gösteriyor olması.

Kaptan Willenbrock ve filmde onu canlandıran Prochnow.
Kaptan Willenbrock ve filmde onu canlandıran Prochnow

Filmi seyreden veya seyredecek olanlar, ¨2/3 tam yol geri¨ emrini verdiği sırada, kaptanın karşısında yanan geminin alevlerinin yansıdığı mavi gözlerinde ne demek istediğimi göreceklerdir sanırım. Son söz; henüz görmediyseniz görün derim, pişman olmayacaksınız.

Bugün ne seyrettim?

Uzun yıllar önce okuduğum ve çok etkilendiğim İkili Sarmal isimli kitapta Watson, Crick ile braber DNA’yı çözme sürecinde yaşadıkları heyecanı, kuşkuları, kavgaları, dünyayı değiştirmelerine ve Nobel almalarına giden süreci anlatır. Konunun zorluğu ve karmaşıklığının yanı sıra Birleşik Devletler’den başka bir ekibin de konu üzerinde çalıştığını, hatta sonuca çok yaklaştığını bildiklerinden mücadele zamana karşıdır aynı zamanda. Watson bu gerilim ve hırsı pür bir bilim adamının bakış açısıyla açıklarken samimi ve naif bir dille bilimin sanat gibi olmadığını, hiç bir sanatçının yaratımını, örneğin bir tabloyu, kendisinden başkasının yaratma korkusu olmadığından acele etmesine gerek olmadığını anlatarak kendini savunur. Bir bakıma haklıdır da. Kendi şahıslarında, ortaya koydukları buluş o kadar büyük ki Watson ve Crick isimleri unutulmayacaklardır ama bugün bilim yaptıkları çalışmanın fersah fersah ilerisindedir çoktan.

Bugün 1954 yapımı ¨Rear Window¨’u seyrederken aklıma geldi bunlar. Hitchcock 30 yıldır yok. 55 yıldan fazla olmuş bugün seyrettiğim filmi. Basit bir hikaye, herkesin içinde az ya da çok olan farkedilmeden gözetleme veya¨röntgencilik¨ damarına basarak gerilimle, polisiye ile, gizemle ve tabi ki Grace Kelly’nin göz kamaştıran güzelliğiyle dün gibi bugün de seyrediliyor, ileride de belli ki değerinden çok bir şey kaybetmeyecek.

¨To make a great film you need three things – the script, the script and the script.¨ Alfred Hitchcock.