Hava karardı, gökyüzü ne siyah ne mavi, arada tek tük bulutlar. Başın önde. Gözlerin yedinci ve sekizinci kulvarı ayıran, ayaklarının takip ettiği çizgide, bir adım diğerini izliyor. Çeneni yukarı kaldır. Gözlerini kapat. Burnundan güçlü nefesler al. Tüm kuvvetinle çektiğin hava istediğin kadar dolmuyor ciğerlerine. Burun kanatların birbirlerine yaklaşmış, neredeyse hava almanı tamamen engelleyecekler. Çaresiz ağzından nefes almak zorundasın. Yüzünü yalayan havanın bir kısmı içeri, damağına doluyor. Ağzında kirli bir tat. Başını öne eğ. Aç gözlerini. Hala aynı çizgi üzerindesin.
Daha hızlı koşabilir misin? Deneyebilirsin.
Baldırların, bacakların seni daha çok öne itsin, ayak bileklerin daha öne fırlatsın istiyorsun. Daha fazla nefese ihtiyacın var, ciğerlerine bir çekişte daha çok hava dolsun istiyorsun. Bir an bugün neden bu kadar ölesiye hızlı koştuğunu değil de, başa dönüp neden koştuğunu düşünüyorsun.
Sadece sağlıklı olduğu için mi başladın koşmaya? Uzun mu yaşamak istiyorsun? Hayır, hem sokaklar bedava. O koştuğun sokaklar, sahiller, parkurlar, parklar gözünün önünde. Oldum olası gözlemlemeyi, hatta sadece seyretmeyi sevdiğin için koşuyorsun. Yanından yürüyenleri, koşanları, sarhoşları, kenarda uyuyanları, seni seyredenleri, kedileri, köpekleri hatta sincapları, güvercinleri ve martıları, bazen bellediğin bir ağacı görmek için koşuyorsun. Bostancıdan Suadiye’ye doğru, kayalara kök salan o incir ağacı gibi. Hayatın akıp gittiğine görerek inanabiliyorsun sadece. Sokakları öğrenmek için, yaşadığın yere “ben burda yaşadım, burası benim evim” demek için koşuyorsun. Ayaklarını yere vurdukça orası daha fazla senin oluyor.
Bazen de mecbur hissettiğin için, günlerdir hareketsiz kaldığın için koşmak zorunda hissediyorsun. En keyifsizi böylesi, her ödev gibi. Ama bazen koşarken daha dün akşam dostlarla oturduğun rakı sofrasını ve gece yiyeceğin patatesi, içeceğin birayı haketmek için koşuyorsun, keyifle. Bedenini ruhundan ayırmışsın ve sadece kendi ölçütlerinle adil davranıyorsun. Adil olmayı seviyorsun, iyi geliyor.
Bazen unutmak için koşuyorsun. Koşarken dalıp giderek adımlarının birbirini takibini seyredeceğini, veya alnından gözüne kaçan teri nasıl yapıp da bertaraf edeceğini, köşeyi dönünce veya o burna gelince çıkan rüzgarın ıslak tişörtüne çarpınca canını acıtacak kadar üşüteceğini biliyorsun. Bazen koşunun bilmem kaçıncı km ‘sinde artık yer yapmış o sol dizinin her yere vuruşta ağrı yapacağını ama bir kaç yüz metre gittikten sonra ya acının kaybolacağını ya da artık umursamayacağını biliyorsun. İşte böyle bedenini, hareketlerini dinlerken dünyadan biraz olsun kopuyorsun. İçmek gibi biraz, koşmak. Ama bir iki kadeh içmekten değil, ayakların bedenini zar zor taşıyacak kadar içmekten bahsediyorum, aynı şekilde durağa 10 m kala yanından geçen otobüsü yakalamak için koşmaktan bahsetmediğim gibi. Bitince uyanıyorsun, yeniden doğuyorsun. Ertesi sabah değil de koşu bitip kalp hızın hayatının ritminde atmaya başladığında, kalp atışlarını kulaklarında duymamaya başladığında doğuyorsun. O zamana kadar yoksun, buraya ait bile değilsin.
Bazen bitirmek için koşuyorsun. Evet sadece hedefe ulaşmak için. Kafanda o gün yapacağım dediğin mesafeye, zamana ulaşmak için. Bitirdiğinde hedefine ulaştığın için duyacağın mutluluk için, kanında dolaşacak endorfinin tatlı bir mide bulantısıyla gözlerini karartsın ama yüzüne istesen de durdurup saklayamayacağın bir tebessüm yayılsın diye koşmak istiyorsun. Bedenine, yapabileceklerine hayretetmek için koşuyorsun bazen. Ama bazen bitmesin istiyorsun, an geliyor, adımlarını arka arkaya atarken sonsuz adım atabileceğini, ebediyete kadar koşabileceğini zannediyorsun, o kısa an bitmesin istiyorsun. Hem, bitmesin dediğin her hatıra sadece anlardan ibaret değil mi?
Bazen bitirmek için koşuyorsun ama koşuyu değil. Yarım kalmış düşünceleri tamama erdirmek için koşuyorsun. Kafanda var olan bir fikri kabul ettirmek için kendine, koşuyorsun. Koşarken bazen, her zaman değil, odaklanabilirsin çünkü. Bedenin otomatizma içindeyken aklın sana kalıyor. Büyük fikirler düşünüyor, büyük yüklerden kurtulmanın planını yapıyorsun. Sevgilinin seni neden terkettiğine, neden sevgilin olmadığına veya sevgilini nasıl terkedeceğine koşarken vakıf oluyorsun. İçinden çıkılmaz durumlardan nasıl çıkacağına, tünelin ucunda ışık olup olmadığına kafa yoruyorsun. Ertesi gün neleri unutmaman gerektiğini sıralıyorsun, geri bıraktığın işlerin üzernden geçiyor, yapmaya söz veriyorsun. Yazman gerektiğine karar veriyorsun mesela. Düşünceler birbirini izliyor, sonra, çoğunlukla ve aslında, unutulup gidiyor.
Bazen pistler, asfalt, beton, taş yollar, su birikintileri, alçak ve yüksek kaldırımlar, yol kenarındaki su birikintileri, tümsekler seni katarsise taşıyor. Acı çekerek yenileneceğini biliyorsun. Kalp krizi geçirecek kadar zorlamak istiyorsun bazen kendini, dizlerin ayak tabanların acısın, karaciğerini içeride sıkan bir el olsun, çene kasların titresin, artık kaslar çalışacak kadar enerji bulamadığından, hava açlığından dudakların kapanmasın istiyorsun. Koşarken aynı çizgiyi tutturamayacak kadar yalpalamaya başlıyorsun. Gözlerinden yaş geliyor, acından mı anlamıyorsun. Bilsen bile o acının koşmanın mı, yaşamanın ağırlığından mı kaynaklandığını bilmiyorsun, bazen.
Gözlerin yedinci ve sekizinci kulvarı ayıran, ayaklarının takip ettiği çizgide, bir adım diğerini izliyor. Bugün neden bu kadar ölesiye hızlı koştuğunu da neden koşmayı sevdiğini de biliyorsun. Yavaşlıyorsun. Oradasın işte. Başa dönmüşsün. Kalbinin vurumlarını kulaklarında duyuyorsun. Herşeyi unutuyorsun.
Hayatın sana çizdiği çizgide düşe kalka koşmaya devam ediyorsun. Derin bir nefes al şimdi.