29 Aralık
Yeni kalkan uçakta gidiş yönünün tersinde, kuyruk kısmında portakala çalan ufuk çizgisine bakıyorum. Yılın bitmesine bitmek üzere olan bugünü saymazsam 2 gün kaldı. Eve dönmeye, henüz başlamış olan bu uçuşu saymazsam 2 uçuş kaldığı gibi.
Üç yıldan fazla zaman oldu; askerliğimi motosiklet üstünde dostum Engin’le Hopa’dan İstanbul’a tüm Karadeniz’i geçerek bitirdiğim zamanı anımsıyorum ister istemez. O seyahat de günü gününe bu blogda zaten. Kaleme aldım mı hatırlayamıyorum ama o kadar dolu bir tatildi ki eve vardığımda sanki hiç askere gitmemiş, sadece motosikletle bir hafta gezmişim gibi hissediyordum. Beş günlük Vietnam gezisi biterken aynı hislerde olmam imkansız, ama hayatın gerçekliğine dönme arefesinde yaptığım gerçeküstü tatilin sarhoşluğu hala üzerimde. Ruyalarımı unutmadan biryerlerde yazmamı söyleyen sevdiğim biri vardı. Ben ruya göremiyorum, ama uzak olma hallerimi, unutmadan, buraya yazmayı seviyorum…
25 Aralık
Sabah beşte havaalanındayız. Yolculuk bir TC pasaportu sahibinin asla hayal edemeyeceği şekilde başlıyor. Kontuarda kötü sürpriz; ne bana ne Fabio’ya biniş kartı vermiyorlar, büyük olay oluyor çünkü tam ismiyle Sosyalist Vietnam Cumhuriyet’i her türlü dış tehdide karşı kendini korumaya kararlı ve biz de vizesiz girmeye çalışıyoruz.
Aynı saatlerde Okinawa yolcusu arkadaşımız En-Wei bizi uğurlamak için geliyor. Yüzler biraz düşük.
Avrupa Birliğinin seçkin vatandaşı ve dostum Fabio için fazla yapacak bir şey, internetten oracıkta ve 3 dakikada (!) aldığı vizenin konfirmasyon postasını görevlilere göstermek zorunda ama bu e-postanın gelmesi saatler alacak ve Vietnam’a ancak ertesi gün gelebilecek. Ben ise yetkililere Türkiye ve Vietnam arasında 2007 yılında yapılan anlaşmanın İngilizce ve Vietnamcasını gösterme gayretindeyim. Defalarca baktım, eminim; özel (yeşil) pasaport sahibi olarak vizeden muafım ama ikna etmem oldukça uzun zaman alıyor. Görevliyle, onun amiriyle, onun süpervizörüyle yılmadan kavga edip Fabio’yla sözleşerek kaçırmak üzere olduğum uçağa son yolcu olarak biniyorum.
Kyoto’yu, Air’ın o sakin ve güzel şarkısından (bu link hizmetim sayesinde yazının geri kalanını şarkıyı dinleyerek okuyabilirsiniz mesela) veya meşhur ve miadı dolmuş olan protokoldan anımsayabilirsiniz. Hiç ismini duymasanız bile Japonya ile ilgili rehber kitaplara daha ilk bakışta kapaktaki fotoğrafın Kyoto’ dan olduğunu farkedip benim gibi “aaa burası da mı Kyoto’daymış?” demeniz çok mümkün. Zira Japon imparatorluğunun 1000 yıldan fazla süre baş şehri olmuş, geniş sınırları içinde yirmiye yakın Unesco Dünya Mirası yapı bulunduran, toprağı sıksan tapınak fışkıran bir kentten bahsediyoruz. Uzuyor ama işte benim öyle dilime vuruyor bazen, keyfim yerindeyken en çok.
Tabi ki giderken kayboldum, trenlerde metrolarda şaşkın şaşkın tabela aradım. Japoncayı sökmeme ramak kalmıştı ama geç kaldığım için yapılması gerekeni yaptım: sordum. Sonrası daha kolay oldu. Osaka Kyoto arası en hızlı trenle 14 dakika, en yavaş trenle 45 dakika, ben iki saatte kalacağım eve vardım. Japonya’da ilk sabah için hiç fena değil. Bu süreye turistik bölgenin tamamen dışında, iç içe geçmiş sıkış sıkış iki katlı evlerin ve dar sokakların oluşturduğu labirentin içindeki kalacağım adresi bulmak dahil ancak.
Size hiç duymadığınız birşey; Japonlar çok ama çok çalışkan. 24 saat bana yetmiyor diyenlerdenseniz bekleriz.Pelican…Keiko-San’ın 3 odalı pansiyon olarak kullandığı evi
Sonra elimde rehber harita kamera, üzerimde yazdan sonra ilk defa giydiğim uzun kollu, oldukça yüklü bir vaziyette sokaklara attım kendimi. Önceden tabi ki dersimi çalıştım, sınırlı sürem olduğu için göreceğim yerleri belirleyip rotamı hazırladım. Her istediğim yeri göremedim, ama gördüklerim beni çok etkiledi.
Nijö-jöKalenin içindeki kuleden görünüm.
Şogun diye bir dizi vardı çocukken ben. Aşırı severdim. Sanırım ben Japonya ile ilgili herşeyi sevmeye bayağı meyilliyim. İşte o şogunlardan birinin yaptırdığı Ninjö kalesi ilk gezdiğim yer oldu. Olanca güç ve ihtişam ile, mimari ile, duvarlara çizilmiş resimlerden ve resim gibi çizilmiş bahçelerden insana nakşeden doğa ile bütün olma halindeki zıtlık, sadelik ve havadaki dinginlik zaten ne görsem sevmeye meyilli benim kalbimi fena çaldı. Akşam yemeği bütçemi kalede gördüğüm ve hayran olduğum birkaç resmin replikasına yatırıp akşam nerde yesem diye düşünmekten de kurtulmuş oldum, en azından seçeneklerimi azalttım..
İmparatorluk sarayı ve bahçesi bir sonraki durağım oldu. Beni bir yere götürdüğünüzde parklarını bahçelerini gezdirin yeter, o kadar severim. Park dediğiniz yer bir kere gittiğiniz yerin genel yaşantısı ve o bölgenin bitki örtüsü hakkında genel bir fikir verir, insanların orada gündelik hayatı nasıl yaşadığını gözlemleme imkanı sağlar ve güneş varsa kemikleriniz ısınır ve hatta daha bir sürü şey..
Park olarak kullanılan ve devasa bir alan içinde duvarların arkasında imparatorluk sarayı var. Turistlere açık değil ama ilgili ofise gidip özel başvuru yapılarak girilebiliyor. Bana izin vermediler, istemedim zaten.Kyoto İmparatorluk Sarayı Parkı. En sevdiğim: birbirleri için çok önemli insanların son derece önemsiz anları..
Az zamanda büyük işler başarma gayesiyle koşturmaya devam ettim. Şehrin doğu kısmında şehri saran dağların eteklerindeki çok sayıda tapınak içinde LP’ın özellikle önerdikleri ve araları yürünebilir mesafede olanları seçip doğuya, Kuzey Higashiyama kısmına yöneldim. Burada felsefe yolu denen patikayı görüp sanki içinden geçersem feyz alırım, aydınanırım diye düşündüm belki; bir hata yapmış olabilirim. Güney’de daha fazla görülecek yer kalmış olabilir…Başka sefere…
Nanzen-ji Zen tapınağıNanzen-ji tapınağı aslında bir imparatorun dinlenme eviyken Zen tapınağı olarak bağışlanmış. Tek bir bina değil, içiçe geçmiş ufak tapınaklar ve kendisine uzun uzun baktıran bahçelerden oluşuyor.Çok sakin, çok duru, dingin, çok güzel.Tetsugaku-no-Michi – “Path of Philosophy”. Bir ay daha geç, sonbahar renkleri iyice oturduğu zaman gelseydim veya kiraz ağaçları çiçek açtığı dönemde, bu yolu baştan sonra yürüme deneyimim bambaşka birşeye dönüşecekti sanırım.Hönen-in tapınağı. Maalesef tapınaklarda da açılma kapanma saati var, size ancak bahçesinden ve aç sivrisineklerden bahsedebilirim.
Hava da karardıktan sonra biraz daha yürüyüp yine LP yardımıyla bulduğum yerde mütevazi bir yemek yedim. Tesadüfler ile yine payıma kutup ayısı düştü. 10 yıldır orada yaşayan, Türklerden hikayelerini dinledik, beraber kadeh kaldırdık. Sokakta barın önünde Japon gece hayatına dair bir miktar da fikir sahibi oldum.
Zaza Pub! Alone in Kyoto mu..bir Türk için asla.Japonya ve Kore’nin ortak manzarası. Sakin sakin kendinden geçenler, kendinden geçenlerin yanından geçenler..
Her yere mümkün olduğu kadar da yürüyerek gitmek, gezmek görmek tabi güzel şeyler ama kötü bir durum var insan çok yoruluyor. Tükenmiş halde odaya dönüp kendimi yer yatağıma bıraktım..
Sosyal medyanın faydası; tesadüflerle eski bir arkadaşınızın, sevdiğiniz bir insanın evden binlerce km ötede sizinle aynı yerde olduğunu farkedebilirsiniz. Sadece bu son sene içinde İspanya’da da, Fransa’da da benzer güzel tesadüfler olmuştu. Zaten hayat hep tesadüflerle örülü değil mi? Etfal günlerinden arkadaşım Tuğba ile aynı zamanda aynı yerde olacağımızı farkettik. Tur acentasıyla gezen çok insan var çevremde, çok zaman bir dünya sorunu ortadan kadırdığını ve hatta bazen yalnız gezmekten daha ucuz olduğunu biliyorum. Olumsuz birşey söylemek istemiyorum; sadece bana göre değil. Gezeceğin yeri kendin seçmek, kalacağın yeri bulmak için mücadele vermek, lokal insanlarla tanışmak bu işin keyifli bir parçası. Ben Tuğba’yı turla görmedikleri harika yerler göreceğimize ikna ettim, o da sabah Kyoto’ya gelmeyi kabul etti. Birbirimizi bulmamız biraz olaylı oldu ve zaman aldı. Kyoto garında bir saat içinde birden fazla defa kaybolmayı başardık. Kaybettiğimiz zamanı telafi etmek için hızla Arashiyama trenlerinden birine atladık.
Kendimizi trenden burada attık. Bildiğin Karadeniz. Bazen insan iyi ki kayboldum diyor, öyle anlardan biriydi.
Planlar tutmadı tabi, tren -bilemedik- durması gereken istasyonda durmadı! Önce evler bitti, sonra dağlar, tüneller, ormanlardan geçmeye başladık. İki tünel arası bir viyadüğün üzerinde durak diyince duraklara haksızlık yapacağınız bir yerde durdu tren, biz de kendimizi dışarı köprünün üstüne, ıssızlığın ortasına attık. Dönüş tarafına geçip treni beklemekten başka elden birşey gelmeyince yolumuzu ve bir saatimizi daha kaybederek geri döndük.
Arashiyama sokakları. İşte bunlar hep gelenek görenek.
Kyoto’yu sadece tek bir nedenle görmek istiyor olsam bu neden Arashiyama’yadaki bambu ormanını görmeyi istemem olurdu. Plan kesinleştiğinden beri her gün fotoğraflarına ağzı açık baktığım yerdeydim nihayet. Göğe uzanan, her iki yanda hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren incecik bambu ağaçlarından bir orman ve orman içinde bir bir patika. Sadece büyüleyici.
Bambu grove-Arashiyama. Oradaki atmosferi ne anlatmak ne fotoğraflamak pek mümkün değil.Selfilere, selfie çubuklarına kalabalıklar içinde fena halde karşıyız. İlla kendi fotoğrafınız olsun istiyorsunuz, konuşun biriyle, rica filan edin, tebessüm etsin öyle tamam desin, sonra tebessüm elden ele..
Arashiyama’nın pek bir ünlü başka bir noktası da Iwayatama Maymun Parkı. Japonya’da yaşayan tek maymun türü makaklar tamamen doğal ortamlarında, sadece insanlara çıkar alışverişi münasebetiyle alışık. Yemek için kafes içine girenler de insanlar. Şehre hakim tepeye tırmandıktan sonra Kyoto manzarası da bu sevimli hayvanları görmenin artısı.
İnsanlar içeride, maymunlar dışarıda. Yaşasın yeni dünya düzeni!Kyoto. Maymunların da kaşınmayı ne kadar sevdiklerini gözümle görünce evrime olan inancım pekişti. Ateyizler haklı galiba arkadaşlar.
Akşam Tuğba’yı Osaka’ya bırakma sözüm vardı, ani bir kararla erken geçerek kalan sürede Osaka akvaryumunu gezme kararı aldık. Öyle kolay olmuyor o işler ama. Treni bulmamız, binmemiz, inip metroya geçmemiz derken akvaryuma kapanma saatinden önce yetişememe stresi yaşadık. Yetiştik ama, çok da güzeldi. Bir akvaryuma gitmenin bir hayvanat bahçesine veya yunus parkına gitmekle aynı şey olmadığını düşünüyorum ama ikircikli kalmadım da değil. Çok güzeldi ama bir daha gitmem galiba.
Osaka akvaryumu dünyanın en büyüklerinden, yerküredeki tüm denizlerden irili ufaklı canlıları ve büyüleyici deniz yaşamını kendine has bir şekilde görme imaknı veriyor.
Akşam Tuğba’dan neredeyse 10 gündür turla Japonya’da olmalarına rağmen esirgedikleri saşimilerimizi, suşilerimizi yedik, sakelerimizi içtik, vedalaştık. Artık Osaka’nın Kyoto’nun yerlisi olduğumdan çok rahat döndüm. Sonuçta bir şehri öğrenmek birbuçuk günden fazla sürmüyormuş, Japonya’da bile. Dönüşte pansiyonda ev sahibim ve misafirleri ile bir bira içtik, tabi haliyle dedikodular dedikodular.
Reiki-San et al.
Pazar son gündü ve yarım günüm vardı, Kyoto’nun kuzey kısmında görülmeden gidilmemesi gereken tapınaklara ayırdım. Bisikletle gitmek istedim, ama sabahın köründe kiralayacağım açık bir yer bulamadım.
Daitoku-Ji. Geniş bir alanda 24 kadar Zen tapınağı, bambu parkları, Japon bahçeleri ve arnavut kaldırımlarından oluşan ayrı bir dünya. Neredeyse her tapınağa girmenin ayrı bilete tabi olması büyük hayal kırıklığı oldu.Kinkaku-ji veya nam-ı diğer Golden Pavillion Japonya’nın en bilindik simgelerinden. 14. yy’da yapılan esas bina 1950’de bir keşiş tarafından yakılınca aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş.
Reiki-San ile vedalaştık, bana o da bir hediye verdi. Japonya gezisinin tam bittiğini düşünürken gezinin belki de en unutulmaz anı gerçekleşti. Bavulumla tren istasyonuna giderken lokal bir festivala, yerel kıyafetlerle yürüyüş hazırlığında olan “mahalleli abilere” denk geldim. İlgiyle izlerken toplu fotoğraf çekimi için biraraya geldip poz verdiler. Karşı kaldırımda ben de fotoğfraf çeken eş dostlarının yanında yerini almıştım ki gruptan bir bağırış koptu. “El” olarak fotoğraf çekmemden şikayetçi olduklarını düşünüp “erkekseniz teker teker gelin ” demeye hazırlanıyordum tam, yanımdakiler terimi silip gruptakilerin sadece beni yanlarında istediklerini söylediler. Arkasından bana, ömrümce saklayacağımı zannederim, Japonya’da geçen üç unutulmaz günün, sakin, her zaman güleryüzlü ve doğayla barışık insanların, güzel Kyoto’nun özeti niteliğindeki tek bir kare kaldı.
Otelde değil de hiç turistik olmayan bir bölgede kalmanın tesadüfi mükafatı. Tayvan’la mukayese edince, Japonya çok daha gelenekleriyle yaşayan bir ülke.12 Ekim 2014. Unutumayacağım gezimin kısa özeti.
3.bölümde, umarım yakın bir zamanda: Seul’de bir hafta.
özel not: Bu yazıyı yazıp bitirmeye yaklaştığım sırada Yırca Köyü’ndeki zorbalığı, ağaçlar için göz yaşı döken kadınları gördüm. Yazıyı iki gün boyunca bitirip yayınlamak içimden gelmedi. Hala da yanlış bir şey mi yapıyorum diye aklımdan geçiriyorum. Ülke zaten yangın yeri. Bizi sevinmekten, gülmekten, kendimiz için güzel olanı başkasıyla paylaşmaktan utanır hale getirdiler ne zamandır. Yatacak yerleri yok.
Gelmeden önce buraya, kalacak yer ve diğer hazırlıklar konusunda neredeyse hiç bir şey yapmama gerek kalmadı. Herkes şans diyebilir. Çoğunlukla şanslı bir insan olduğumu hiç inkar etmem ama bu öyle değil. Eski arkadaşım Ömer Berköz ile beraber neredeyse iki senedir burada aynı anda bulunma fikri üzerinde çok konuşup çalıştık. Bir ay kaydırma payı ile başardık. Ben buraya geldiğimde Ömer çoktan buradaydı. Benim veya yurtdışında yaşamaya başlayan herhangi birinin yaşayacağı tüm irili ufaklı sıkıntıları ben gelmeden yaşamıştı. Bana düşen Ömer’in ayak izlerinden kolay bir başlangıç yapmak oldu. Gerisi baştan sona keyifliydi.
St Patrick gününde fes haline getirilmiş şapkalarıyla Jöntürkler. Gülüşümüz iki ayın özeti olsun.
İki güzel ay göz açıp kapayana kadar geçtikten sonra benim onu uğurlamam gerekiyordu, tersi oldu. Önceden planlanmış bir Türkiye seyahatim Ömer’in gidişinden önce olunca yine uğurlanan ben oldum.
Türkiye seyahati ise gözün kapanıp açılması arasındaki süre kadar çabuk ve güzel geçti. Anabilim Dalımızın kurucusu Prof.Dr. Ayhan Numanoğlu Hocamıza unutulmaz bir veda oldu. Haydarpaşa’da yaptığı, merkezine Cahit Sıtkı’nın Kırkıncı Oda şiirini koyduğu konuşma asla unutulmayacak cinstendi, birgün bulabilirsem burada paylaşırım. Gece yemekte yaptığı kapanış konuşması da unutulmayacak ama paylaşılamayacak bir konuşmaydı. Kendisine bir kez de buradan minnet ve teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Bugün severek çalıştığım klinikten bahsedebiliyorsam onun -dile kolay- 24 yıllık emeği, tüm siyasi politik çalkantılara karşı durup gemiyi terketmemesi ve nihayetinde beni kabul etmesi nedeniyle.
2 Mayıs 2014, Haydarpaşa
Pazar 2. geleneksel klinik pikniğimizi de yaparak aileyle, dostlarla, sevdiğim insanların en azından bir kısmıyla ve tabii İstanbul’la özlem giderip yeni hatıralar biriktirdikten sonra yola düştüm tekrar.
Sapanca hatırasıGeri dönüş hazırlıklarında, bavulu kapatmakta zorlanırken.
Geri dönüyorum. 12f numaralı koltuğun küçük ve yeterince kirli penceresine alnımı ve burnumu dayamış artık iyice alçalan uçaktan uzaktaki şehri seçmeye çalışırken bir yandan da haftasonunu, hayatıma nasıl etki ettiğini ve Ömer’in güleryüzünün olmadığı boş bir eve döndüğümü düşünüyorum.
Az sonra evimde olacağım. Şimdilik evim dediğim yerde. Bir ay daha.
Bıraktığım yerden devam edeyim. Mükemmel bir gün geçirdik ve tek üzüntüm SLR fotoğraf makinamın şarj adaptörünü almamış olmam. Neyse ki cep telefonları var.
Uyku ile kavgamın artık temiz birkaç yıllık mazisi oldu. Gereğinden erken uyanma pratiğinin genel faydası sabah yollarda bırakın trafiği insan yokken kliniğe gitmek, uyuyan nöbetçi asistanı uyandırıp şaşırtmak denilebilir. Buna fayda denirse. Ama mesela böyle gezmeye geldiğiniz kentlerde erken uyanmak, gündüz insan kalabalıkları ve gürültü içinde boğulmuş sokakları binaları görmek, kent/kasaba ile dolaysız bir iletişim kurmak için eşsiz bir fırsat oluyor. Kendimi tekrar ettiğim için kusura bakmayın ama bunu da “Turistik bir kent ne zaman gezilir?” diye başlık atıp yazmıştım daha önce.
Etretat’ta da erken uyanıp sokağa çiseleyen yağmurun altına atıyorum kendimi. Boş kumsalda, sokaklarda yürüyorum.
Etretat’ın boş sokakları dolmaya başlarken
Martılarla bölüştüğümüz sokakları yeni yeni dışarı çıkmaya başlayan yaşlı amcalarla teyzelerle paylaşmak zorunda kalıp yeteri kadar bonjour alışverişi yaptıktan sonra bir yerlere oturup kahve içerken bugünü nasıl geçireceğimizi düşündüm çünkü inanın hiç bir planımız yoktu. Biraz internet sörfü ile buralara gelirken hiç akılda olmayan bir şeyi farkettim. II.Dünya Savaşı’nın en son perdesinin açıldığı toprakların üstündeydik ve herşeyin başladığı çıkartma kıyılarına çok da uzak değildik.
Ömer ile yollara düştük tekrar. Görkemli Le Havre köprüsü’nü geçtik, tabi ki 5.3 euro köprü parasını temiz temiz aldılar. Caen’de kısa bir mola verdik. Ufak tarihi bir kent. Pazarında gezip şatosuna çıkıyoruz, meyve stoğumuzu yaptıktan sonra kahvemizi içip yola koyuluyoruz, gidecek çok yolumuz var.
Caen şatosu
Caen Aşağı Normandiya denilen coğrafyanın büyük kentlerinden. Zaman ayırabilirdik ve değerdi belki ama kuzeybatıya Bayeux ‘ya yöneliyoruz. Ufak ağaç kümeleri, yeşil ve ahşap çitlerle ayrılmış çiftlikler, evlerin ve özellikle çatılarının mimarisi gençliğinin bir kısmını Medal of Honor, Call of Duty gibi oyunlarla heba etmiş biri için bir tanıdıklık hissi vermeye başlıyor. Bayeux ‘da görmeye değer bulduğumuz savaş müzesi kapalı ama savaş fotoğrafçılığının tanımını değiştiren, buralardaki savaşı dünyaya gösteren büyük fotoğraf ustası için dikilmiş hatıra taşı bize sürpriz oluyor.
“If your photographs aren’t good enough, you’re not close enough.” R.Capa6-6-1944
Bayeux’ dan ayrıldıktan sonra biraz daha kuzey batı yönünde ilerliyoruz ve artık sahildeyiz. Omaha plajı Seine körfezine yapılan çıkarmanın en kanlı çatışmaların yaşandığı kısmı ve burada büyük bir Amerikan mezarlığı var.
Ucunu seçemeyeceğiniz kadar uzağa giden geniş ve bakımlı bir alanda 10000’e yakın insan ebedi istirahatında. Hisler garip. Çanakkale Milli Parkı aklıma geliyor. Buradaki çocukların mezar taşları var en azından.
Sahilde bir Alman bunkeri görr müyüz diye plajın kıyısında biraz gidiyoruz ama bulamıyoruz. Kesin biryerlerde vardır ama hazırlıklı değiliz. 60. yılında 1944 Haziranında o kumlara ayak basanlar için yapılmış olan heykeli de görüp ayrılıyoruz.
Les Braves
Günün saatleri akıp giderken yeni hedefimize gün ışığı kaybolmadan gitmek istiyoruz. Gelgit hattı üzerinde doğal bir ada üzerine inşa edilmiş ufak bir kent olan Le Mont St Michel’i uzaktan görmeye başladığımızda heyecan artıyor.
1000 yıldan fazla tarihi , mimarisi ve gelgit olaylarının yarattığı mucizevi coğrafya ile başka bir büyülü yer burası. Ama hem doğal süreçler hem de insan eli ile önüne dökülen Couesnon ırmağı denize taş toprak taşıyıp ada özelliğinin kaybolmasına neden olmuş. Büyük bir projeyle kurtaracaklar ve bitmek üzere. Yeni proje bittiğinde araç trafiği olmadan sadece henüz bitmemiş ahşap yoldan 2 km gidilerek varılacak, şimdilik eski yoldan gidiyoruz, yaklaştıkça da hayranlığımız artıyor.
“Denizlerin Piramiti”
St Michel’in duvarlarından gelgit manzarası. Mutlak boşluk.
İçeride tepedeki manastır kapalı. Sokaklar çok güzel ama çok kalabalık. Kalabalık demek tabi her şeyin pahalı olması demek. Bizim de mottomuz “varmak değil gitmek güzel”. Rotayı St. Maloya çevirmeye ve geceyi orada geçirmeye karar veriyoruz.
St. Malo tarihi boyunca çok uzun süre korsanların limanı olmuş, büyük duvarlarla çevrili hiç bozulmamış bir kent. Bizim önceliğimiz kalacak yer bulmak ve -dünden antrenmanlıyız- servis kapanmadan bir restorana gidip birşeyler yiyebilmek.
işte bunlar hep yalan
Ömer’de de bende de pil tükendi yemekten sonra. Odaya attık kendimizi. Başka bir güzel günü geride bırakıyoruz.
Sabah çok sürpriz olmayan bir şekilde erken uyandım. Artık gelenekselleştiği üzere boş, yeni yeni dolmaya başlayan şehri gezdim ve otelde şarj edebildiğim kameramla fotoğraflar çektim. Bir ara makinadan çıkan fotoğrafları da koyarım buraya, şimdilik bunların hepsi cep telefonundan çıkanlar. Sur duvarlarında koşanları görünce koşu ekipmanımı almadığıma biraz hayıflandım.
Akşam Ömer’in saatli bir randevusu var ve erken çıkmalıyız.
Ben bu satırları yazmaya başlarken..
Kahvaltı sonrası tekrar yollardaydık. Tarlaları ormanları geride bırakıp bir paskalya akşamı Paris’e geri döndük. Aracı dolu vermemiz gerektiğinden açık bir benzinlik bulmakta bayağı zorlansak da Ömer randevusuna yetişti. Hayat hep olduğu gibi kaldığı yerden akmaya devam etti.
Paris’ten çıkıp Fransa’nın kırsalını, ufak şehirlerini görmeyi geldiğimden beri istiyorum. Tanıştığım herkesle konu bir noktada buraya geliyor, nerelere gidilmesi gerektiğini mutlaka soruyorum. Birkaç seçenek içinde beni en çok kuzeybatı Fransa, Normandiya çekiyor. Nedenini daha sonra farkedeceğim.
Pazartesi resmi tatil, aslında benim tüm haftam boş. Gitmek için en iyi fırsat. Birşeyi yapmak istiyorsanız arkadaşlar, istemek sizi yarı yola kadar getirir, geri kalanı için sizi gaza getirecek bir(kaç) arkadaşa, ani kararlar verebilecek kadar içip eğlenmeye ihtiyaç duyabilirsiniz. Cuma akşamı gereken herşey biraraya geliyor bizim için; cumartesi sabahı geceden rezerve ettiğimiz arabayı almak için St Lazare’da buluyoruz kendimizi. Yola çıkmadan önceki tek engel arabayı hangi firmadan kiraladığımızı hatırlamak.
Her Türk izci doğmuyor ve şehirden ancak almaya nazlandığımız navigasyon cihazı sayesinde çıkabiliyoruz.
Çıkışta bir benzinlikte kısa bir kahvaltı molası sonrası nihayet bulutların altından gözalıcı sarı kolza tarlalarını arkamızda bırakarak ilerliyoruz. Gitmek varmak kadar güzel.
Ilk varış noktamız Rouen. Kuzey Normandiya’nın en büyük kenti. Madame Bovary’ nin Rouen’i.
Çok duramıyoruz, daha yolumuz var. Yemeklerimizi ayaküstü yiyip, Paris’ten çıkarken vedalaştığımız Seine nehrine selam çakarak esas hedefimiz olan Etretat’a doğru yola koyuluyoruz.
Akşam üzeri dev falezlerin arasında sıkışmış güzel bir koya ve gerisindeki vadiye yayılmış olan sahil kasabasına varıyoruz. Mimarinin neredeyse hiç bozulmamış hissi vermesi buraların son yüzyıl içinde iki yıkıcı savaş gördüğünü akılda tutunca daha da etkileyici oluyor. Savaş gördüğünü de meydandaki pazar olarak kullanılan, I. Dünya savaşında Amerikalılar’ın hastane olarak kullandığı ve armağan ettiği binadan, önündeki bayraklardan öğreniyoruz.
Ama burada başka bir şey var, özlediğim, özlediğimi farketmediğim. Arabadan iner inmez anlıyorum. Tuz ve yosun kokusu, martı sesleri bize daha hala görmediğimiz denizin artık çok yakında olduğunu müjdeliyor. Neden bu tarafa gelmek istediğimi, beni buraya esas denizin çektiğini o zaman anlıyorum. Anlıyorum çünkü içimdeki bu sessiz ve derin sevinç yabancı değil. Daha önce de, üstelik çok daha yoğun olarak yaşamıştım, iyi tanıyorum.
Oda bulup yerleşmeden kendimizi sahile atıyoruz. Ölçülü bir koyun her iki tarafında koyu yanlara kapatan dik ve büyük falezler var. Bu doğa harikası görüntü Courbet ve Monet tablolarına esin kaynağı olmuş.
Claude Monet’nin askerleriyiz
Koyun sol tarafından yukarı tırmanıyoruz. Deniz, bulutlar, uçurum, martılar baş döndürüyor.
Güneş ufka yaklaşırken rüzgar da şiddetini arttırıyor. Aşağı plaja inip Manş üzerinde gün batımını izliyoruz.
Güneşi batırıp odaya dönüyoruz, akşam yemeği yememiz lazım. Muhtelif gezi sitelerinden bakarak nerelerde yiyeceğimize karar verdikten sonra acı gerçekle yüzyüzeyiz. Çoğu lokanta servisi çoktan kapatmış bile. Bir kaç lokanta gezip camından neşeyle yemek yemeye devam eden insanlara gıptayla bakarken imdada otelin kendi restoranı yetişiyor. Buranın mutfağının alamet-i farikası ünlü deniz ürünlerinden yiyemeseydik çok üzülürdüm. Acıkmışız.
öncesi-sonrası
Yemek sonrası bir pubda lafladık. Odaya dönünce çok yorulduğumu hissediyorum. Elimde telefon uyumadan bunu yazmışım;
Nedir o diye soranlar için cevap da burada:
Gerisi uyku. Bu satırları dönüş yolunda sabah karalamaya başladım, yolda -Ömer sağolsun neredeyse bütün yol o kullandı arabayı- fotoğrafları biraraya getirip metni de eve gelir gelmez karaladım. Bu kadar şimdilik. Ikinci ve üçüncü günü yakın zamanda toparlarım umarım.