Serin bir cumartesi gecesinde bir köy okulu bahçesinde tanımadığım insanların düğünündeyim. Renkli ışıklar altında el ele verdiğim insanları takip ederek horona ayak uydurmaya çalışıyorum. Beni komik duruma düşüren ayaklarımı izlerken bir yandan da son bir haftaya ne kadar hatıra sıkıştırdığımı düşünüyorum.
Tekerleği insan boyunu geçen devasa kamyonların içinde karınca gibi gözüktüğü cehennem çukuruna bakıyorum. Acaba kazarak, patlatarak şu koca dağı bitirebilecekler mi düşünürken yanımıza bir araba gelip bizi “paketliyor”. Zaten bitmek üzere olan dağ faaliyeti de böylece sona ermiş oluyor. Maden sahasında davetsiz misafirleriz ve bizi yapılacak patlatmadan önce ofise alıyorlar. Siren sesini küçük bir yer sarsıntısı izliyor. İmzalarımızı attıktan sonra nizamiyeye, bizi bekleyen Kadir’in arabasının yanına götürüyorlar.
Setin üzerinde oturmuş yan yana kurduğumuz çadırlara, mutfağa çevirdiğimiz çoban korunağındaki hummalı çalışmaya, bizden belli ki beklentisi olduğundan yanımızdan ayrılmayan güçlü çoban köpeklerine ve tüm bunların altında tepeleri yalayarak yükselen, durmadan şekil değiştiren dumanlara, uzaktaki bulut denizine bakıyorum. Iki geceliğine kurduğumuz ev tam tamına 3 oda bir dünya, mutfak açık, üstelik özel güvenlikli. Tebessüm ediyorum.
-Buraya geleni çayımı içirmeden yemek yedirmeden bırakmadım hiç!.
Güneşten yanmış teni, renkli gözleri, keçeleşmiş kalın elleri ve sararmış bıyıkları ile tüm görüntüsünden bu coğrafyanın insanı olduğu belli olan Mehmet Amca çok kararlı. Çaremiz yok iki odalı yayla evine misafir oluyoruz. Uçurumun kenarındaki evinde soba yanıyor. Dışarıda süttenyeni kesilmiş oğlaklar açık kapıdan içeri girmeye çalışıyor. Yolunu kaybetmiş kapıyı bulamayan kelebekleri dışarı çıkartıyoruz. Emine Teyzenin hazırladığı yer sofrasında insanoğlunun içindeki iyiliğin, cömertliğin, çalışkanlığın sınırsızlığını düşünüyorum. Umutla kaplanıyorum.
Yollardan, patikalardan, bin yeşil tonda çimenlerden, taşlıklardan, kayalardan yürüyoruz. Uzaklarda bir yönde çıkamadığımız Gül Dağı, onun arkasında sadece zirvesini gösteren Marsis, diğer yönde testere dişleriyle iki sene önce en tepesinde olduğumuz Karçal zirveleri var. Çok uzaklarda Erzurum Kars platosunun silik gölgesi tüm ufku kaplıyor. Aşağımızda dumanların arasında bir görünüp bir kaybolan yeşil yaylalar uzanıyor. Yaz zamanı türlü yabaninin, bitkinin yeniden doğduğu bu yaylaların kışın hiç hayat yokken, beyazla örtülmüşken nasıl gözüktüğünü düşünüyorum. Öyle veya böyle yolları olan, her birinin bir köye ait olduğu bu yaylalar hayvancılıkla uğraşan insanların, hayvanların yegane mecburiyeti. Bu yaylaları birbirine bağlamanın mantıksızlığı bir kenara, yüzlerce binlerce yıllık yaşam örgütlülüğünün ürünü olan yayla kültürüne yapacağı kötülükler içimi ürpertiyor. İnsanoğlunun içindeki hırsın, kötülüğün, gözü dönmüşlüğün sınırsızlığını düşünüyorum. Karamsarlıkla kaplanıyorum.
Tırmanma planları bozulunca geldiğimiz Kameni Deresi’nde üç metrelik bir kayadan suya ilk atlarken içimde bir korku, yeterince derin mi acaba? Tüm gücüyle akan küçük şelale kim bilir kaç yılda altındaki suyu boy veremeyeceğim kadar derinleştirmiş, korkular ufalanıp gidiyor. Benim için bu su küçük bir tabiat harikası oluşturmak için, bazıları için ise boşa akıyor. Sonrasında hepimiz çocuklar gibiyiz. Suya defalarca atlarken, yüzerken, dolu dolu gülerken, arkadaşlarımın mutlu gözlerine bakarken THY’nin bize kaybettirdiği, dağ rotamızdan çaldığı günleri, çantalarımızın Moskova’da olmasını tamamen unutuyorum. Aksayan plandan dolayı Karagöl Yaylaevi’ni, Saniye ablayı, Burhan abiyi tekrar gördüğümüzde unuttuğum gibi. En azından o an için.
Aylardır hayalini kurduğumuz, gününün gelmesini sabırsızlıkla beklediğimiz tırmanış için havaalanındayız. Çantaları teslim ederken önümüzdeki 48 saat geri alamayacağımızı, THY ile saatler süren telefon mesaileri boyunca ne bir özür duyacağımızı, ne de karın doyurucu bir bilgi alamayacağımızı, sonuca bu toprakların en kemikleşmiş yoluyla, arkadaşlarımızı yakınlarımızı devreye sokarak ulaşmak zorunda kalacağımızı bilmiyorum. Nihayet dağ yolundayım, mutluyum.
Serin bir cumartesi gecesinde bir köy okulu bahçesinde tanımadığım insanların düğünündeyim. Renkli ışıklar altında el ele verdiğim insanları takip ederek horona ayak uydurmaya çalışıyorum. Beni komik duruma düşüren ayaklarımı izlerken bir yandan da bu son haftada bir kez daha unutulmaz hatıralar biriktirmeme yardım eden insanlara, bu coğrafyaya, doğaya minnetle doluyorum. Bir minnet ifadesi olarak aklımda kalanları yazmaya karar veriyorum. Şimdi, kendimi akordeona ve insanların coşkusuna bırakıyorum.
Klaskur, Ağustos 2015
Teşekkür
Soner “Simon” Özçelik
Sinem Baş
Engin Ader
Saniye-Burhan Albayrak
Erhan Albayrak
Şeri-Şenol “Niko” Taban
Lapera Pansiyon ailesi
“Sıkıntı yok” Kadir
Zeynep Samanlıoğlu
Eylem Ulaş
Murat Şeker
Özel teşekkür
Devasa bütçelerle reklam kampanyaları, sponsorluklar yapan, ama belli ki insana yatırım yapmayan, dünyanın en iyisi olma iddasında olup ne hatasına, ne de bagajını kaybettiği müşterisine sahip çıkan global havayolu şirketimiz.
Burada tefrikalara konu olan, kendisi on günde gelip geçen ama yazması bitmek bilmeyen seyahatimden döneli bir buçuk aya yaklaştı, Türkiye’ye dönmeme ise bir aydan az kaldı neredeyse. Zamanla yarıştığım yorucu ve stresli günlerdeyim. Hatıralar canlılıklarını hızla kaybediyorlar, gördüğüm pek çok yer görsel hafızamda renklerini korusa da isimler soluklaştı bile. Unutmadan, biraz da elimde kalan bilet, harita vs’den aldığım yardımla, başladığım yazıyı bitirebildim bu sıkışıklıkta nihayet.
Incheon – Seoul biraz kalabalik
Osaka’dan Seul’e yaklaşık birbuçuk saat mesafedeki devasa havaalanı Incheon’a, oradan da otobüsle şehir merkezine, ve gelenekselleştiği gibi inmem gereken durağın dört durak ilerisinde inip de taksiyle yurda vardığımda zaten pestil gibi olmuştum, bir gün daha boş boş yollarda geçen günler hanesine yazıldı. Kore’ ye sadece gezmeye gitmedim, bir hafta boyunca tam mesai Asan Medical Center’ da ameliyat ve toplantılara katıldım. Toplam şehir gezdiğim süre de bir buçuk gün dolayısıyla. Konaklama ise iyi ki de üniversitenin kampüs içindeki son derece modern yurt binasında oldu ve çok da ucuza geldi.
Asan Medical Center – Yeni bina giris holu
AMC Kore’nin en önemli tıp fakültesi ve hastanesi şu anda. Hyundai imparatorluğunun merhum patronu Asan’ın kurduğu Asan Vakfı’na bağlı özel bir üniversite. Ameliyathanesinde aynı katta 60 kadar çalışan ve tamamı en modern donanıma sahip salon olduğunu, giriş katının altında bankasından postanesine, eczanesinden, pastane ve lokantalara kadar kapsamı hafifsiklet bir alışveriş merkezi yer aldığını, öğle arası blokların arasındaki galerilerde canlı müzik dinletileri yapıldığını not düşeyim.
Bir zamanlar kostugum en iyi mesafemdi – her zaman en guzel kosularimdan biri olarak kalacak
Kaldığım sürede çok aktif, iyi cerrahlarla, özellikle de gidiş sebebim olan Prof JP Hong ile tanışma fırsatı buldum, tüm hafta içi benim için çok faydalı geçti. Akşamları Han nehrinin kıyısında ve hastane kampüsüne komşu olimpiyat parkında koşular yaptım. Ömrümde ilk defa tv karşısında izlediğim olimpiyatın yapıldığı alana olimpiyattan 26 sene sonra gelmek hem yaşlanma duygusunu pekiştirdi, hem de bir olimpiyatın kente sadece bina tesis değil, spor kültürü anlamında nasıl büyük bir katkı yaptığını gözlemleme şansı verdi. Cuma öğleden itibaren elimde harita, rehber koşturmaca ile görebileceğimin en fazlasını görmeye çalıştım.
Budist tapinagi-SeoulTayvan, HongKong, Japonya, son olarak Kore’de hemen hemen ayni manzaralar..koklu gecmisin ustune insa edilen yeni bir dunya
Seul’u bir önceki durak olan Osaka veya Kyoto ile karşılaştırmak mümkün olmaz sanırım, sağlıklı bir karşılaştırma ancak Tokyo ile yapılabilir ama gördüğüm son derece modern ve dinamik, çağdaş, şehircilik anlamında almış gitmiş öte yandan köklü geçmişi de şehrin kalbinde tutup koruyan bir kent oldu. Dünyanın ağırlık merkezinin doğuya doğru kaydığına artık eminim, elli yıl sonra üzerinde yaşadığımız başka bir dünya olacak.
Bukchon Hanok VillageChangdeokgung (Changdeok Palace) – Kore’de veya dunyanin baska bir yerinde gezdigim en etkileyici yerlerden biriChanggyeonggung Palace – gun batimiKiki, Totoro ve digerleri tekmili birden hepberaber. Ustelik yerde (Japonya) ararken gokte (Kore) buldum
Gyeongbokgung (Gyeongbok Palace)
Bir Kore mottosu olarak “Work hard play hard” ve gundelik hayata yansımaları (altta ve ustte)
Kore mutfaginda cok bir numara yok, fotograf yaniltmasinDeoksugung (Deoksu Palace) -muhafiz degişim seromonisi
imparatorluk muhafizlari.. şakası olmaz
Kore çok ufak bir ülke değil ve tümü görülmeyi hakediyor, bir gün belli mi olur; Kore’ye tekrar yolum düşer, Kangnung’u, Pusan’ı Seul’de göremediğim yerleri görme fırsatı bulurum. Ama dünya o kadar büyük, görülecek yerler o kadar fazla ki…
Hanok`um sekil onumden cekil..Tesbihim şapkam pazardan , allah korusun nazardan
10 gün geçip buraya, Taichung’a dönerken içeride biryerlerde “burayı özlemişim yahu” hissinin olması da, mesela iki ay önceyi düşününce son derece garip tabii. Hayat bazen hızlı bazen çok hızlı dönüyor sevgili dostlar. Bu aralar fazlasıyla hızlı..
Kyoto’yu, Air’ın o sakin ve güzel şarkısından (bu link hizmetim sayesinde yazının geri kalanını şarkıyı dinleyerek okuyabilirsiniz mesela) veya meşhur ve miadı dolmuş olan protokoldan anımsayabilirsiniz. Hiç ismini duymasanız bile Japonya ile ilgili rehber kitaplara daha ilk bakışta kapaktaki fotoğrafın Kyoto’ dan olduğunu farkedip benim gibi “aaa burası da mı Kyoto’daymış?” demeniz çok mümkün. Zira Japon imparatorluğunun 1000 yıldan fazla süre baş şehri olmuş, geniş sınırları içinde yirmiye yakın Unesco Dünya Mirası yapı bulunduran, toprağı sıksan tapınak fışkıran bir kentten bahsediyoruz. Uzuyor ama işte benim öyle dilime vuruyor bazen, keyfim yerindeyken en çok.
Tabi ki giderken kayboldum, trenlerde metrolarda şaşkın şaşkın tabela aradım. Japoncayı sökmeme ramak kalmıştı ama geç kaldığım için yapılması gerekeni yaptım: sordum. Sonrası daha kolay oldu. Osaka Kyoto arası en hızlı trenle 14 dakika, en yavaş trenle 45 dakika, ben iki saatte kalacağım eve vardım. Japonya’da ilk sabah için hiç fena değil. Bu süreye turistik bölgenin tamamen dışında, iç içe geçmiş sıkış sıkış iki katlı evlerin ve dar sokakların oluşturduğu labirentin içindeki kalacağım adresi bulmak dahil ancak.
Size hiç duymadığınız birşey; Japonlar çok ama çok çalışkan. 24 saat bana yetmiyor diyenlerdenseniz bekleriz.Pelican…Keiko-San’ın 3 odalı pansiyon olarak kullandığı evi
Sonra elimde rehber harita kamera, üzerimde yazdan sonra ilk defa giydiğim uzun kollu, oldukça yüklü bir vaziyette sokaklara attım kendimi. Önceden tabi ki dersimi çalıştım, sınırlı sürem olduğu için göreceğim yerleri belirleyip rotamı hazırladım. Her istediğim yeri göremedim, ama gördüklerim beni çok etkiledi.
Nijö-jöKalenin içindeki kuleden görünüm.
Şogun diye bir dizi vardı çocukken ben. Aşırı severdim. Sanırım ben Japonya ile ilgili herşeyi sevmeye bayağı meyilliyim. İşte o şogunlardan birinin yaptırdığı Ninjö kalesi ilk gezdiğim yer oldu. Olanca güç ve ihtişam ile, mimari ile, duvarlara çizilmiş resimlerden ve resim gibi çizilmiş bahçelerden insana nakşeden doğa ile bütün olma halindeki zıtlık, sadelik ve havadaki dinginlik zaten ne görsem sevmeye meyilli benim kalbimi fena çaldı. Akşam yemeği bütçemi kalede gördüğüm ve hayran olduğum birkaç resmin replikasına yatırıp akşam nerde yesem diye düşünmekten de kurtulmuş oldum, en azından seçeneklerimi azalttım..
İmparatorluk sarayı ve bahçesi bir sonraki durağım oldu. Beni bir yere götürdüğünüzde parklarını bahçelerini gezdirin yeter, o kadar severim. Park dediğiniz yer bir kere gittiğiniz yerin genel yaşantısı ve o bölgenin bitki örtüsü hakkında genel bir fikir verir, insanların orada gündelik hayatı nasıl yaşadığını gözlemleme imkanı sağlar ve güneş varsa kemikleriniz ısınır ve hatta daha bir sürü şey..
Park olarak kullanılan ve devasa bir alan içinde duvarların arkasında imparatorluk sarayı var. Turistlere açık değil ama ilgili ofise gidip özel başvuru yapılarak girilebiliyor. Bana izin vermediler, istemedim zaten.Kyoto İmparatorluk Sarayı Parkı. En sevdiğim: birbirleri için çok önemli insanların son derece önemsiz anları..
Az zamanda büyük işler başarma gayesiyle koşturmaya devam ettim. Şehrin doğu kısmında şehri saran dağların eteklerindeki çok sayıda tapınak içinde LP’ın özellikle önerdikleri ve araları yürünebilir mesafede olanları seçip doğuya, Kuzey Higashiyama kısmına yöneldim. Burada felsefe yolu denen patikayı görüp sanki içinden geçersem feyz alırım, aydınanırım diye düşündüm belki; bir hata yapmış olabilirim. Güney’de daha fazla görülecek yer kalmış olabilir…Başka sefere…
Nanzen-ji Zen tapınağıNanzen-ji tapınağı aslında bir imparatorun dinlenme eviyken Zen tapınağı olarak bağışlanmış. Tek bir bina değil, içiçe geçmiş ufak tapınaklar ve kendisine uzun uzun baktıran bahçelerden oluşuyor.Çok sakin, çok duru, dingin, çok güzel.Tetsugaku-no-Michi – “Path of Philosophy”. Bir ay daha geç, sonbahar renkleri iyice oturduğu zaman gelseydim veya kiraz ağaçları çiçek açtığı dönemde, bu yolu baştan sonra yürüme deneyimim bambaşka birşeye dönüşecekti sanırım.Hönen-in tapınağı. Maalesef tapınaklarda da açılma kapanma saati var, size ancak bahçesinden ve aç sivrisineklerden bahsedebilirim.
Hava da karardıktan sonra biraz daha yürüyüp yine LP yardımıyla bulduğum yerde mütevazi bir yemek yedim. Tesadüfler ile yine payıma kutup ayısı düştü. 10 yıldır orada yaşayan, Türklerden hikayelerini dinledik, beraber kadeh kaldırdık. Sokakta barın önünde Japon gece hayatına dair bir miktar da fikir sahibi oldum.
Zaza Pub! Alone in Kyoto mu..bir Türk için asla.Japonya ve Kore’nin ortak manzarası. Sakin sakin kendinden geçenler, kendinden geçenlerin yanından geçenler..
Her yere mümkün olduğu kadar da yürüyerek gitmek, gezmek görmek tabi güzel şeyler ama kötü bir durum var insan çok yoruluyor. Tükenmiş halde odaya dönüp kendimi yer yatağıma bıraktım..
Sosyal medyanın faydası; tesadüflerle eski bir arkadaşınızın, sevdiğiniz bir insanın evden binlerce km ötede sizinle aynı yerde olduğunu farkedebilirsiniz. Sadece bu son sene içinde İspanya’da da, Fransa’da da benzer güzel tesadüfler olmuştu. Zaten hayat hep tesadüflerle örülü değil mi? Etfal günlerinden arkadaşım Tuğba ile aynı zamanda aynı yerde olacağımızı farkettik. Tur acentasıyla gezen çok insan var çevremde, çok zaman bir dünya sorunu ortadan kadırdığını ve hatta bazen yalnız gezmekten daha ucuz olduğunu biliyorum. Olumsuz birşey söylemek istemiyorum; sadece bana göre değil. Gezeceğin yeri kendin seçmek, kalacağın yeri bulmak için mücadele vermek, lokal insanlarla tanışmak bu işin keyifli bir parçası. Ben Tuğba’yı turla görmedikleri harika yerler göreceğimize ikna ettim, o da sabah Kyoto’ya gelmeyi kabul etti. Birbirimizi bulmamız biraz olaylı oldu ve zaman aldı. Kyoto garında bir saat içinde birden fazla defa kaybolmayı başardık. Kaybettiğimiz zamanı telafi etmek için hızla Arashiyama trenlerinden birine atladık.
Kendimizi trenden burada attık. Bildiğin Karadeniz. Bazen insan iyi ki kayboldum diyor, öyle anlardan biriydi.
Planlar tutmadı tabi, tren -bilemedik- durması gereken istasyonda durmadı! Önce evler bitti, sonra dağlar, tüneller, ormanlardan geçmeye başladık. İki tünel arası bir viyadüğün üzerinde durak diyince duraklara haksızlık yapacağınız bir yerde durdu tren, biz de kendimizi dışarı köprünün üstüne, ıssızlığın ortasına attık. Dönüş tarafına geçip treni beklemekten başka elden birşey gelmeyince yolumuzu ve bir saatimizi daha kaybederek geri döndük.
Arashiyama sokakları. İşte bunlar hep gelenek görenek.
Kyoto’yu sadece tek bir nedenle görmek istiyor olsam bu neden Arashiyama’yadaki bambu ormanını görmeyi istemem olurdu. Plan kesinleştiğinden beri her gün fotoğraflarına ağzı açık baktığım yerdeydim nihayet. Göğe uzanan, her iki yanda hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren incecik bambu ağaçlarından bir orman ve orman içinde bir bir patika. Sadece büyüleyici.
Bambu grove-Arashiyama. Oradaki atmosferi ne anlatmak ne fotoğraflamak pek mümkün değil.Selfilere, selfie çubuklarına kalabalıklar içinde fena halde karşıyız. İlla kendi fotoğrafınız olsun istiyorsunuz, konuşun biriyle, rica filan edin, tebessüm etsin öyle tamam desin, sonra tebessüm elden ele..
Arashiyama’nın pek bir ünlü başka bir noktası da Iwayatama Maymun Parkı. Japonya’da yaşayan tek maymun türü makaklar tamamen doğal ortamlarında, sadece insanlara çıkar alışverişi münasebetiyle alışık. Yemek için kafes içine girenler de insanlar. Şehre hakim tepeye tırmandıktan sonra Kyoto manzarası da bu sevimli hayvanları görmenin artısı.
İnsanlar içeride, maymunlar dışarıda. Yaşasın yeni dünya düzeni!Kyoto. Maymunların da kaşınmayı ne kadar sevdiklerini gözümle görünce evrime olan inancım pekişti. Ateyizler haklı galiba arkadaşlar.
Akşam Tuğba’yı Osaka’ya bırakma sözüm vardı, ani bir kararla erken geçerek kalan sürede Osaka akvaryumunu gezme kararı aldık. Öyle kolay olmuyor o işler ama. Treni bulmamız, binmemiz, inip metroya geçmemiz derken akvaryuma kapanma saatinden önce yetişememe stresi yaşadık. Yetiştik ama, çok da güzeldi. Bir akvaryuma gitmenin bir hayvanat bahçesine veya yunus parkına gitmekle aynı şey olmadığını düşünüyorum ama ikircikli kalmadım da değil. Çok güzeldi ama bir daha gitmem galiba.
Osaka akvaryumu dünyanın en büyüklerinden, yerküredeki tüm denizlerden irili ufaklı canlıları ve büyüleyici deniz yaşamını kendine has bir şekilde görme imaknı veriyor.
Akşam Tuğba’dan neredeyse 10 gündür turla Japonya’da olmalarına rağmen esirgedikleri saşimilerimizi, suşilerimizi yedik, sakelerimizi içtik, vedalaştık. Artık Osaka’nın Kyoto’nun yerlisi olduğumdan çok rahat döndüm. Sonuçta bir şehri öğrenmek birbuçuk günden fazla sürmüyormuş, Japonya’da bile. Dönüşte pansiyonda ev sahibim ve misafirleri ile bir bira içtik, tabi haliyle dedikodular dedikodular.
Reiki-San et al.
Pazar son gündü ve yarım günüm vardı, Kyoto’nun kuzey kısmında görülmeden gidilmemesi gereken tapınaklara ayırdım. Bisikletle gitmek istedim, ama sabahın köründe kiralayacağım açık bir yer bulamadım.
Daitoku-Ji. Geniş bir alanda 24 kadar Zen tapınağı, bambu parkları, Japon bahçeleri ve arnavut kaldırımlarından oluşan ayrı bir dünya. Neredeyse her tapınağa girmenin ayrı bilete tabi olması büyük hayal kırıklığı oldu.Kinkaku-ji veya nam-ı diğer Golden Pavillion Japonya’nın en bilindik simgelerinden. 14. yy’da yapılan esas bina 1950’de bir keşiş tarafından yakılınca aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş.
Reiki-San ile vedalaştık, bana o da bir hediye verdi. Japonya gezisinin tam bittiğini düşünürken gezinin belki de en unutulmaz anı gerçekleşti. Bavulumla tren istasyonuna giderken lokal bir festivala, yerel kıyafetlerle yürüyüş hazırlığında olan “mahalleli abilere” denk geldim. İlgiyle izlerken toplu fotoğraf çekimi için biraraya geldip poz verdiler. Karşı kaldırımda ben de fotoğfraf çeken eş dostlarının yanında yerini almıştım ki gruptan bir bağırış koptu. “El” olarak fotoğraf çekmemden şikayetçi olduklarını düşünüp “erkekseniz teker teker gelin ” demeye hazırlanıyordum tam, yanımdakiler terimi silip gruptakilerin sadece beni yanlarında istediklerini söylediler. Arkasından bana, ömrümce saklayacağımı zannederim, Japonya’da geçen üç unutulmaz günün, sakin, her zaman güleryüzlü ve doğayla barışık insanların, güzel Kyoto’nun özeti niteliğindeki tek bir kare kaldı.
Otelde değil de hiç turistik olmayan bir bölgede kalmanın tesadüfi mükafatı. Tayvan’la mukayese edince, Japonya çok daha gelenekleriyle yaşayan bir ülke.12 Ekim 2014. Unutumayacağım gezimin kısa özeti.
3.bölümde, umarım yakın bir zamanda: Seul’de bir hafta.
özel not: Bu yazıyı yazıp bitirmeye yaklaştığım sırada Yırca Köyü’ndeki zorbalığı, ağaçlar için göz yaşı döken kadınları gördüm. Yazıyı iki gün boyunca bitirip yayınlamak içimden gelmedi. Hala da yanlış bir şey mi yapıyorum diye aklımdan geçiriyorum. Ülke zaten yangın yeri. Bizi sevinmekten, gülmekten, kendimiz için güzel olanı başkasıyla paylaşmaktan utanır hale getirdiler ne zamandır. Yatacak yerleri yok.
Uzak doğu biraz ismi ile müsemma; bizim gibi Avrupa-Ortadoğulu adem kulları için altı kalın kalın çizilecek kısmı çok ama çok uzak olması. Buralar döndüğümde mesela haftasonu kaçamağı yapıp gidilebilecek yerler olmadığı için ayrılmadan Tayvan’dan başka yerleri görmeyi çok istiyordum. Fırsat karşıma buradaki hocamın İtalya’ya kongreye gideceği kesinleşince çıktı, kaçıramazdım.
Seul’de Asan Medical Center’da Prof JP Hong’un yanında gözlemci klinisyen statüsü ile bir haftalık kabul aldım önce, ardından da bu sürenin öncesine sıkıştırılmış bir Japonya seyahati ekledim. 10 günde harika yerler gördüm, şahane insanlar tanıdım. Aklımda, telefonumda ve fotoğraf makinamda kalanlarla 9-19 Ekim arasını daha çok görsel, daha az yazı ile buraya özetlemeye çalıştım.
İlk durak Japonya’nın sanayi kenti Osaka oldu. Denizin ortasına yapılan ünlü KIX-Kansei havaalanına indikten hemen sonra pasaport sırasında gördüğüm pankartı işid mücahidi-hipster arasında kalmış bir yere varamayan sakalımla birleştirince başıma gelecekleri tahmin etmek çok güç olmadı.
işte bunlar hep terör tehlikesi..Japonya’ya girerken ben. Görevlilerin bir pasaporttaki üç numara saç traşlı, sinekkaydı yanaklı, temiz yüzlü adama bir bu adama defalarca bakıp kararsız kalmalarına alıştım artık..:)
İngilizce bilmediğinizi, konuşamadığınızı mı düşünüyorsunuz? Asya’ya gelin, kendinizi Londra asilzadesi gibi hissedersiniz. Ama resmi veya ciddi bir konuda kendinizi mutlaka ifade etmek istiyorsanız başınızda büyük bir problem var demek. -Ne doktoruyum? – Neden Tayvan’da çalışıyorum? (Kader be gülüm..bi gece içersek anlatayım) -Neden Japonya’ya geldim? (galiba pişman olacağım..) -Neden otelde kalmıyorum? Airbnb ne demek? (ooo uzun konu bu) Buradan Kore’ye gideceksem neden Kore’den Tayvan’a dönmek yerine Osaka’ya geri geleceğim? (ÇÜNKÜ DAHA UCUZ) -Çantamda uyuşturucu veya silah var mı? (Yok artık!!..) -Bakalım! (Buyrun tükkan sizin..) Yeterince süre cenk ettikten sonra pasaport ve gümrükle, nihayet içerideyim. Bu on günün iki sıkıntılı anı vardı; ikisi de Japonya’ya girerken yaşandı.
Osaka – burada sadece en ışıltılı ve parlak olanlar hayatta kalıyorosaka by night
Osaka’ da, hatta Japonya’da devasa bir raylı sistem ağı var ve harika yol gösterici tabelaların da yardımıyla, kaybolmamak imkaansıza yakın. Böylece tahminen dört gibi ulaşmayı planladığım ve tek gece kalacağım yere pasaportta takılarak ve metroda kaybolarak zaten saat yediye doğru vardım. Ev sahibim Shuichi ile tanışıp eşyaları bıraktıktan sonra vakit kaybetmeden kendimi Osaka sokaklarına attım.
Bilmediğiniz bir yere gittiğinizde nerede yemek yiyeceğinize karar vermek için çok seçenek olabilir. Ben Lonely Planet rehberliğini tercih ederim mümkünse, beni neredeyse hiç bir zaman yanıltmadı diyebilirim.
enfes Dotonbori Yoki…Japon mutfağı sushi ve sashimiden ibaret değil.
Japonya genel olarak sanki ayrı bir gezegen. Kendi gelenekleri, adetleri, yaşayışları ile dünya yansa haberleri olmayacakmış, kendi kendilerine yaşayıp gideceklermiş gibi. Zaten kendilerini 20.yy başına kadar dünyadan izole etmişler. Bunca gizemden mi, uzak olduklarından mı bilemiyorum ama tarihi, kültürü, gelenekleri, edebiyatı, sineması oldum olası çekici geldi bana. Bunları konuşabileceğim birilerini bulmak beklediğimden çok daha kolay oldu.
Tatsuo ve Keiko’nun ruyalardan veya kitaplardan çıkmış gibi duran barları. Bar dediğim 6 metrekare filan..
Yine kutsal kitap LP aracılığıyla bulduğum iç mekanı en fazla 6-7 kişi kapasiteli Pheo-be folk rock barın uzun saçlı veteran rocker sahibi Tatsuo, eşi Keiko, benden başka tek müşteri olan, ve çıktığında çantasını unutmasına şaşırmadığım burnu ve yanakları kıpkırmızı akşamcı ağbi ve plaktan çalan rock müzik ile yarattığı ortam öyle büyülüydü ki sanki her an içeri Murakami karakterlerinden biri gelecekmiş, gece mesaisine başlayacakmış gibi hissettim. Tatsuo ile barlarından, Tayvan’dan, onlara Türkiye’ye giden yakınlarının getirdikleri hediyelerden, Japonya’dan , Ghibli stüdyolarından ve animasyonlarından konuştuk, o gece açıklanan Nobel ödülünün Murakami’ye verilmemesinin üzüntüsünü beraber paylaştık. En son elimdeki çin malı tükenmez kalem ile Tatsuo’nın Japon malı tükenmez kalemini değiştirerek duygusallıkta final maçı sonrası forma değiştiren futbolcu noktasına ulaştık. Tek gecede iyi ki Japonya’ya gelmişim dedim, biraz Japon şarabından biraz muhabbetten sarhoş geceyi bitirdim.
Sabah Osaka Kalesi çevresinde harika bir koşu sonrası, ev sahibinin ikram ettiği kahvaltıyı beraber yaptık. Kaldığım yerin sahibinden hediye almaya alışık değilim tabi ama bir yelpaze ile uğurladı beni Shuichi. 45 km kuzeyde kalan Kyoto’ya -tabi ki- kaybolarak ulaştım.
Burada ara veriyorum, Kyoto’da geçirdiğim ikibuçuk gün – iki gece’yi paşa gönlüm izin verirse yakın zamanda aktaracağım.
Japonya’da, hadi diğerlerine haksızlık yapmayayım, Asya’da metroda herkesin elinde kalın kalın kitaplar var, bir kitap bitiyor bir kitap başlıyor. Çok zaman geçirirseniz, aralarda sert edebiyat tartışmalarına denk gelebilirsiniz; anlatsam inanmazsınız işte fotoğrafı.
Hava karardı, gökyüzü ne siyah ne mavi, arada tek tük bulutlar. Başın önde. Gözlerin yedinci ve sekizinci kulvarı ayıran, ayaklarının takip ettiği çizgide, bir adım diğerini izliyor. Çeneni yukarı kaldır. Gözlerini kapat. Burnundan güçlü nefesler al. Tüm kuvvetinle çektiğin hava istediğin kadar dolmuyor ciğerlerine. Burun kanatların birbirlerine yaklaşmış, neredeyse hava almanı tamamen engelleyecekler. Çaresiz ağzından nefes almak zorundasın. Yüzünü yalayan havanın bir kısmı içeri, damağına doluyor. Ağzında kirli bir tat. Başını öne eğ. Aç gözlerini. Hala aynı çizgi üzerindesin.
Daha hızlı koşabilir misin? Deneyebilirsin.
Baldırların, bacakların seni daha çok öne itsin, ayak bileklerin daha öne fırlatsın istiyorsun. Daha fazla nefese ihtiyacın var, ciğerlerine bir çekişte daha çok hava dolsun istiyorsun. Bir an bugün neden bu kadar ölesiye hızlı koştuğunu değil de, başa dönüp neden koştuğunu düşünüyorsun.
Sadece sağlıklı olduğu için mi başladın koşmaya? Uzun mu yaşamak istiyorsun? Hayır, hem sokaklar bedava. O koştuğun sokaklar, sahiller, parkurlar, parklar gözünün önünde. Oldum olası gözlemlemeyi, hatta sadece seyretmeyi sevdiğin için koşuyorsun. Yanından yürüyenleri, koşanları, sarhoşları, kenarda uyuyanları, seni seyredenleri, kedileri, köpekleri hatta sincapları, güvercinleri ve martıları, bazen bellediğin bir ağacı görmek için koşuyorsun. Bostancıdan Suadiye’ye doğru, kayalara kök salan o incir ağacı gibi. Hayatın akıp gittiğine görerek inanabiliyorsun sadece. Sokakları öğrenmek için, yaşadığın yere “ben burda yaşadım, burası benim evim” demek için koşuyorsun. Ayaklarını yere vurdukça orası daha fazla senin oluyor.
Bazen de mecbur hissettiğin için, günlerdir hareketsiz kaldığın için koşmak zorunda hissediyorsun. En keyifsizi böylesi, her ödev gibi. Ama bazen koşarken daha dün akşam dostlarla oturduğun rakı sofrasını ve gece yiyeceğin patatesi, içeceğin birayı haketmek için koşuyorsun, keyifle. Bedenini ruhundan ayırmışsın ve sadece kendi ölçütlerinle adil davranıyorsun. Adil olmayı seviyorsun, iyi geliyor.
Bazen unutmak için koşuyorsun. Koşarken dalıp giderek adımlarının birbirini takibini seyredeceğini, veya alnından gözüne kaçan teri nasıl yapıp da bertaraf edeceğini, köşeyi dönünce veya o burna gelince çıkan rüzgarın ıslak tişörtüne çarpınca canını acıtacak kadar üşüteceğini biliyorsun. Bazen koşunun bilmem kaçıncı km ‘sinde artık yer yapmış o sol dizinin her yere vuruşta ağrı yapacağını ama bir kaç yüz metre gittikten sonra ya acının kaybolacağını ya da artık umursamayacağını biliyorsun. İşte böyle bedenini, hareketlerini dinlerken dünyadan biraz olsun kopuyorsun. İçmek gibi biraz, koşmak. Ama bir iki kadeh içmekten değil, ayakların bedenini zar zor taşıyacak kadar içmekten bahsediyorum, aynı şekilde durağa 10 m kala yanından geçen otobüsü yakalamak için koşmaktan bahsetmediğim gibi. Bitince uyanıyorsun, yeniden doğuyorsun. Ertesi sabah değil de koşu bitip kalp hızın hayatının ritminde atmaya başladığında, kalp atışlarını kulaklarında duymamaya başladığında doğuyorsun. O zamana kadar yoksun, buraya ait bile değilsin.
Bazen bitirmek için koşuyorsun. Evet sadece hedefe ulaşmak için. Kafanda o gün yapacağım dediğin mesafeye, zamana ulaşmak için. Bitirdiğinde hedefine ulaştığın için duyacağın mutluluk için, kanında dolaşacak endorfinin tatlı bir mide bulantısıyla gözlerini karartsın ama yüzüne istesen de durdurup saklayamayacağın bir tebessüm yayılsın diye koşmak istiyorsun. Bedenine, yapabileceklerine hayretetmek için koşuyorsun bazen. Ama bazen bitmesin istiyorsun, an geliyor, adımlarını arka arkaya atarken sonsuz adım atabileceğini, ebediyete kadar koşabileceğini zannediyorsun, o kısa an bitmesin istiyorsun. Hem, bitmesin dediğin her hatıra sadece anlardan ibaret değil mi?
Bazen bitirmek için koşuyorsun ama koşuyu değil. Yarım kalmış düşünceleri tamama erdirmek için koşuyorsun. Kafanda var olan bir fikri kabul ettirmek için kendine, koşuyorsun. Koşarken bazen, her zaman değil, odaklanabilirsin çünkü. Bedenin otomatizma içindeyken aklın sana kalıyor. Büyük fikirler düşünüyor, büyük yüklerden kurtulmanın planını yapıyorsun. Sevgilinin seni neden terkettiğine, neden sevgilin olmadığına veya sevgilini nasıl terkedeceğine koşarken vakıf oluyorsun. İçinden çıkılmaz durumlardan nasıl çıkacağına, tünelin ucunda ışık olup olmadığına kafa yoruyorsun. Ertesi gün neleri unutmaman gerektiğini sıralıyorsun, geri bıraktığın işlerin üzernden geçiyor, yapmaya söz veriyorsun. Yazman gerektiğine karar veriyorsun mesela. Düşünceler birbirini izliyor, sonra, çoğunlukla ve aslında, unutulup gidiyor.
Bazen pistler, asfalt, beton, taş yollar, su birikintileri, alçak ve yüksek kaldırımlar, yol kenarındaki su birikintileri, tümsekler seni katarsise taşıyor. Acı çekerek yenileneceğini biliyorsun. Kalp krizi geçirecek kadar zorlamak istiyorsun bazen kendini, dizlerin ayak tabanların acısın, karaciğerini içeride sıkan bir el olsun, çene kasların titresin, artık kaslar çalışacak kadar enerji bulamadığından, hava açlığından dudakların kapanmasın istiyorsun. Koşarken aynı çizgiyi tutturamayacak kadar yalpalamaya başlıyorsun. Gözlerinden yaş geliyor, acından mı anlamıyorsun. Bilsen bile o acının koşmanın mı, yaşamanın ağırlığından mı kaynaklandığını bilmiyorsun, bazen.
Gözlerin yedinci ve sekizinci kulvarı ayıran, ayaklarının takip ettiği çizgide, bir adım diğerini izliyor. Bugün neden bu kadar ölesiye hızlı koştuğunu da neden koşmayı sevdiğini de biliyorsun. Yavaşlıyorsun. Oradasın işte. Başa dönmüşsün. Kalbinin vurumlarını kulaklarında duyuyorsun. Herşeyi unutuyorsun.
Hayatın sana çizdiği çizgide düşe kalka koşmaya devam ediyorsun. Derin bir nefes al şimdi.