Sabah erken uyanıp camdan sisin sardığı karşı tepeleri görmeye, yıllardır hiç başka kıyafetim olmamış gibi eğitim kamuflajlarımı giyip gezmeye, ‘komutanım’ diye hitap edip edilmeye, Artvin yolunda Land’ın sağ koltuğunda virajlarda bir sağa bir sola sallanırken kitap okumaya, tünellere girdikten sonra ister istemez başımı kaldırıp tünelden çıkınca bir süre Çoruh’u seyretmeye, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissetmeye…alışıyorum.
şiir radyosu
Afşar Timuçin – Yaşamak Alışmaktır
yaşamak alışmaktır
işportada satılan kadın geceliklerine
alışmak manavlara
alışmak doçentlik tezlerine
hep bu yeşilleri giy
bu moru tak saçlarını topla da
bunu sen de bilirsin
alışmak yaşamaktır bakıp bakıp kendine
yaşamak bir gün uyanmaktır
birgün birdenbire yalnız kalmaktır
yaşamak alışmalardan sonra
alıştığın herşeyle savaşmaktır
yaşamak alışmaktır
işportada satılan kadın geceliklerine
alışmak manavlara
alışmak doçentlik tezlerine
bunu sen de bilirsin
alışmak yaşamaktır bakıp bakıp kendine
hep bu yeşilleri giy
bu moru tak saçlarını topla da
1.gün (uzun yılın ilk günü)
Mavi bir gökyüzü ve sıcak bir güneş karşıladı beni Trabzon’da. Yolculuğun geri kalanının ilk kısmı, logosu ve ismi fena halde başka bir otobüs firmasını andıran Prenskale Turizm’ in herkesin otobüs dediği ama bence minibüs olan aracında, 14 numaralı koltukta başladı. Başlarda ne sol taraftaki dalgalı deniz, ne de sağ taraftaki iç acıtan bir mimari ile büyüyen, birbirlerine giderek yaklaşan şehirler bitirmeye çalıştığım Bit Palas’tan daha fazla ilgimi çekiyordu. Gündoğdu’ya geldikten sonra önce birkaç hafta önceki sel sonrası yıkılan evlerin enkazları başımı kitabımdan kaldırttı. Yamaçların yollarla birleştiği en alt kısımlarına yapılan apartmanlar, daha yukarı kısımlarda çay ekmek için sökülen ağaçlar yüzünden çıplak kalan toprakların yağmur yardımıyla üzerlerine gelmesiyle yerle bir olmuştu. Çoğu enkaz kaldırılmış olsa da felaket apaçık ortadaydı. İnsanoğlu bir kez daha sonunu kendi elleriyle hazırlamıştı maalesef. Kasabayı geçtikten hemen sonra önümüzde, kıyı şeridinin denizle birleştiği ufuk noktasına doğru göğü kaplayan simsiyah bulutlar çekti dikkatimi. Arabamız bulutlara yaklaştıkça bulutlar da yere yaklaşmaya başladı. Giderek deniz ismiyle özdeşleşti, siyaha çaldı. En nihayetinde bulutlar yağmur oldu ve bizi de içine aldı. Sileceklerin zor yetiştiği yağmur ve dalgalı denizi seyrederken daha bir hafta önce ne kadar bambaşka bir sahilde olduğumu düşündüm. Bir gün, bir hafta, ya da bir ay önce nerede olduğumun pek bir önemi yok artık. Doğu Karadeniz’deyim.
Hopa’ ya girerken minibüsten inip 25 metre ilerideki durakta aktarma yapmam gerekti. Mesafe tamamen ıslanmam için gerekenden fazlasıydı. Minibüs dar ve virajlı yolda yağmur altında yavaş yavaş yükselirken daha önce görmediğim bir coğrafyada olmanın keyfi ve tedirginliğini beraber yaşadım. Yemyeşil dağlar, dik uçurumlar, ahşap evler, altımızdaki tepeleri saran sis bulutları..
Borçka’da tekrar vasıta degiştirdim, Servet Abi’nin taksisi ile ile kışlaya geçtim. Borçka’dayım. Uzun yılım başlıyor.