Bıraktığım yerden devam edeyim. Mükemmel bir gün geçirdik ve tek üzüntüm SLR fotoğraf makinamın şarj adaptörünü almamış olmam. Neyse ki cep telefonları var.
Uyku ile kavgamın artık temiz birkaç yıllık mazisi oldu. Gereğinden erken uyanma pratiğinin genel faydası sabah yollarda bırakın trafiği insan yokken kliniğe gitmek, uyuyan nöbetçi asistanı uyandırıp şaşırtmak denilebilir. Buna fayda denirse. Ama mesela böyle gezmeye geldiğiniz kentlerde erken uyanmak, gündüz insan kalabalıkları ve gürültü içinde boğulmuş sokakları binaları görmek, kent/kasaba ile dolaysız bir iletişim kurmak için eşsiz bir fırsat oluyor. Kendimi tekrar ettiğim için kusura bakmayın ama bunu da “Turistik bir kent ne zaman gezilir?” diye başlık atıp yazmıştım daha önce.
Etretat’ta da erken uyanıp sokağa çiseleyen yağmurun altına atıyorum kendimi. Boş kumsalda, sokaklarda yürüyorum.

Martılarla bölüştüğümüz sokakları yeni yeni dışarı çıkmaya başlayan yaşlı amcalarla teyzelerle paylaşmak zorunda kalıp yeteri kadar bonjour alışverişi yaptıktan sonra bir yerlere oturup kahve içerken bugünü nasıl geçireceğimizi düşündüm çünkü inanın hiç bir planımız yoktu. Biraz internet sörfü ile buralara gelirken hiç akılda olmayan bir şeyi farkettim. II.Dünya Savaşı’nın en son perdesinin açıldığı toprakların üstündeydik ve herşeyin başladığı çıkartma kıyılarına çok da uzak değildik.
Ömer ile yollara düştük tekrar. Görkemli Le Havre köprüsü’nü geçtik, tabi ki 5.3 euro köprü parasını temiz temiz aldılar. Caen’de kısa bir mola verdik. Ufak tarihi bir kent. Pazarında gezip şatosuna çıkıyoruz, meyve stoğumuzu yaptıktan sonra kahvemizi içip yola koyuluyoruz, gidecek çok yolumuz var.

Caen Aşağı Normandiya denilen coğrafyanın büyük kentlerinden. Zaman ayırabilirdik ve değerdi belki ama kuzeybatıya Bayeux ‘ya yöneliyoruz. Ufak ağaç kümeleri, yeşil ve ahşap çitlerle ayrılmış çiftlikler, evlerin ve özellikle çatılarının mimarisi gençliğinin bir kısmını Medal of Honor, Call of Duty gibi oyunlarla heba etmiş biri için bir tanıdıklık hissi vermeye başlıyor. Bayeux ‘da görmeye değer bulduğumuz savaş müzesi kapalı ama savaş fotoğrafçılığının tanımını değiştiren, buralardaki savaşı dünyaya gösteren büyük fotoğraf ustası için dikilmiş hatıra taşı bize sürpriz oluyor.


Bayeux’ dan ayrıldıktan sonra biraz daha kuzey batı yönünde ilerliyoruz ve artık sahildeyiz. Omaha plajı Seine körfezine yapılan çıkarmanın en kanlı çatışmaların yaşandığı kısmı ve burada büyük bir Amerikan mezarlığı var.
Ucunu seçemeyeceğiniz kadar uzağa giden geniş ve bakımlı bir alanda 10000’e yakın insan ebedi istirahatında. Hisler garip. Çanakkale Milli Parkı aklıma geliyor. Buradaki çocukların mezar taşları var en azından.
Sahilde bir Alman bunkeri görr müyüz diye plajın kıyısında biraz gidiyoruz ama bulamıyoruz. Kesin biryerlerde vardır ama hazırlıklı değiliz. 60. yılında 1944 Haziranında o kumlara ayak basanlar için yapılmış olan heykeli de görüp ayrılıyoruz.

Günün saatleri akıp giderken yeni hedefimize gün ışığı kaybolmadan gitmek istiyoruz. Gelgit hattı üzerinde doğal bir ada üzerine inşa edilmiş ufak bir kent olan Le Mont St Michel’i uzaktan görmeye başladığımızda heyecan artıyor.
1000 yıldan fazla tarihi , mimarisi ve gelgit olaylarının yarattığı mucizevi coğrafya ile başka bir büyülü yer burası. Ama hem doğal süreçler hem de insan eli ile önüne dökülen Couesnon ırmağı denize taş toprak taşıyıp ada özelliğinin kaybolmasına neden olmuş. Büyük bir projeyle kurtaracaklar ve bitmek üzere. Yeni proje bittiğinde araç trafiği olmadan sadece henüz bitmemiş ahşap yoldan 2 km gidilerek varılacak, şimdilik eski yoldan gidiyoruz, yaklaştıkça da hayranlığımız artıyor.


İçeride tepedeki manastır kapalı. Sokaklar çok güzel ama çok kalabalık. Kalabalık demek tabi her şeyin pahalı olması demek. Bizim de mottomuz “varmak değil gitmek güzel”. Rotayı St. Maloya çevirmeye ve geceyi orada geçirmeye karar veriyoruz.
St. Malo tarihi boyunca çok uzun süre korsanların limanı olmuş, büyük duvarlarla çevrili hiç bozulmamış bir kent. Bizim önceliğimiz kalacak yer bulmak ve -dünden antrenmanlıyız- servis kapanmadan bir restorana gidip birşeyler yiyebilmek.

Ömer’de de bende de pil tükendi yemekten sonra. Odaya attık kendimizi. Başka bir güzel günü geride bırakıyoruz.
Sabah çok sürpriz olmayan bir şekilde erken uyandım. Artık gelenekselleştiği üzere boş, yeni yeni dolmaya başlayan şehri gezdim ve otelde şarj edebildiğim kameramla fotoğraflar çektim. Bir ara makinadan çıkan fotoğrafları da koyarım buraya, şimdilik bunların hepsi cep telefonundan çıkanlar. Sur duvarlarında koşanları görünce koşu ekipmanımı almadığıma biraz hayıflandım.
Akşam Ömer’in saatli bir randevusu var ve erken çıkmalıyız.

Kahvaltı sonrası tekrar yollardaydık. Tarlaları ormanları geride bırakıp bir paskalya akşamı Paris’e geri döndük. Aracı dolu vermemiz gerektiğinden açık bir benzinlik bulmakta bayağı zorlansak da Ömer randevusuna yetişti. Hayat hep olduğu gibi kaldığı yerden akmaya devam etti.
