Sanırım yaşadığım en görkemli yılı geride bırakmak üzereyim.
En sondan başlıyorum.
12 Kasım Pazar günü hayatımızın ilk maratonunu koşmak için en yakın arkadaşım Engin’le beraber start alıyoruz. 15. km geride kaldıktan kısa bir süre sonra Engin temposunu arttırıp benden ayrılıyor. Sonrası koşmanın aslında tam da ne demek olduğu gibi: uzun, çoklukla ızdırap dolu ama düşünmeye çok vaktin olduğu bir yalnızlık. Çevremde her yaştan, her coğrafyadan insanlar koşuyor. Herkes temelde bitirmek için koşuyorsa da herkesin farklı bir amacı var; kimi kazanmak için, kimi ilerideki bir yarışın baraj derecesi için, kimi belirli bir zamanın altına inmek için, kimi endorfin depolarını boşaltmak, kimi yardım toplamak için. Bu uzun yalnızlık çevremdeki çoğu kişinin bana sorduğu sorunun cevabını düşünmek için en iyi zaman. Sahi, ben neden ilk maratonumu bitirmek için koşuyorum?
Hayatta kendimize koyduğumuz hedeflere ulaştığımızda bizi daha ilerilere bakmaya iten dürtü nedir? Kendi alanlarımızda, iş veya hobi, daha fazlasını istememizin sebebi nedir?Neden durmuyoruz, doymuyoruz? 10 km’ler, yarı maratonlar neden yetmedi bana mesela, konu koşmak olduğunda?
Maraton tecrübesi olan çoğu kimse maratonun 35. km’den sonra başladığını söyler. Benim maratonumsa 25. km’den sonra başlıyor. Yeşilyurt taraflarında U-dönüşümüzü yapıp geri dönmemden Yenikapı’ya kadar olan kısımda her hücremle tükenmek üzere olduğumu hissediyorum. Bedenim her adımda çöküyor. Maratonu bitirebileceğime olan inancım en çok bu zamanda sarsılıyor. Tam o noktada gücümü çok yakın zamana ait, çok tanıdık bir deneyimden alıyorum.

Bir adım, arkasından bir adım daha. Ağustos ayında Kazbek Dağı’na zirve tırmanışımızı tamamlamış aşağıya ana kampa inerken çok ama çok yoruluyorum, inerken başka fazla da seçeneğim olmadığından tek düşündüğüm arkadaki ayağımı öne atabilmek, harekete devam edebilmek. Beden çökerken akıl tüm kontrolü tek başına devralıyor.
Kararlılığın, azim ve ayakta kalma dürtüsünün, en çok da sabrın bana imkansız tahayyül ettiğim işleri yaptırmasına tanık olmaktan daha büyüleyici olanı tüm bunların benim içimde saklı olduğunu görmem. Bir anlamda her zorluğun içinden geçerken kendimi keşfediyorum. Ana kampa ulaşıp ilk oturduğumda aklımda dönen çok güçlü bir fikir var: hayatımın ileri bir zamanda başka bir zorlukla karşılaştığımda o günü hatırlama kararı veriyorum.
Koşarken o günü hatırlatıyorum kendime. Yenikapı taraflarında 30 km istasyonunu geçerken yarışı bitirememe korkumu da yavaş yavaş geride bırakıyorum. Aklım berraklaşıyor, zihnim çöken bedenimin, tutmayan dizlerimin, hissizleşen ayak tabanlarımın fonksiyonlarını devralıyor. Hemen bir sonraki adım, yavaş ama kararlı, durmadan, koşarak bitirebileceğimi biliyorum. Her adımımla daha önce hayatımda hiç koşmadığım bir mesafeye ulaşırken, kendimi de biraz daha fazla tanıyorum. Yarışa başlayan insan değilim artık, koşarken de değişiyorum ve yeni “ben” hoşuma gidiyor. Müzik fazla geliyor, kulaklıklarımı çıkarıp Sarayburnu’na doğru koşarak ilerliyorum.
Her yeni hedef, yabancı topraklarda atılan her yeni adım, insanın kendisini daha fazla tanımasına olanak sağlıyor. Hepimiz çok farklı dünyalarda olsak da, hepimizi birbirinden bambaşka yeni hedefler peşinde koşturan kendimizi daha fazla tanıma, sınırlarımızı keşfetme, daha fazlasını yapabiliyor olduğumuzu görme isteği. Varış noktasına geldiğimizde büyük ödül oraya varmak değil, varıncaya kadar yol boyunca – en çok da kendimiz hakkında- öğrendiklerimiz.
Gülhane parkından yukarı çıkıp üst kapısından parktan çıkınca tramvay hattı üzerinden yukarıya yöneliyorum. Yol kenarı boyunca büyük bir kalabalık var. Yokuş bittiğinden ama daha da önemlisi destek olan, az kaldığını devam etmemi haykıran, tebrik edip el uzatan insanların arasından koşmaya başlayınca koşmak kolaylaşıyor ve biraz hızlanıyorum. Sultanahmet Meydanı’na geldiğimde hepsini seçemesem de eşimin ve ailemin geldiğini seslerinden anlıyorum ve içimdeki mutluluk katlanmaya başlıyor.

Bitiş çizgisine giden düzlükte son düşünceler: maraton koşmak çok kötü bir fikir ve koşmayı bırakıyorum. Bir daha asla. Koşarken aklıma gelen ve geçerliliğini bir kaç gün içinde kaybedecek tek fikir bu.
Bitiş çizgisini geçiyorum. 42195 metre, tam olarak 4 saat 29 dakika 17 saniyelik bir yolculuk. Yere oturamayacak kadar bitkinim. Koşanların çok iyi bildiği, diğerlerinin tahmin edebileceği büyük bir mutluluk içimden taşıyor. Aylarca yapılan antremanlara, koşulan yüzlerce km’ye, harcanan zamana, fedakarlıklara değiyor. Ağlamaya ramak kalan o ara çizgide kalakalıyorum. Gözlerimi bitiş çizgisini geçebilmek değil, bitirebilmeyi sağlayacak gücümün olduğunu öğrenebilmek dolduruyor. Ufak adımlarla çıkış hazırlıklarımı tamamlayarak sporcu alanını terkedip eşim, Engin ve ailemle bir araya geliyoruz. 12 Kasım 2017, ne kadar unutulmayacak bir gün.
Aynı yıla doçentlik sınavımı, bir dağ tırmanışını ve ilk yol maratonumu sığdırarak 39 yaşımı geride bırakıyorum. 5 yıl önce hiç birini hayal dahi edemiyordum. Hepsinin aynı yıla sığması 39 yaşıma ayrıca görkem kazandırdı. Öte yandan hiçbirini aynı zaman diliminde veya hiç bir zaman başaramayabilirdim ama yine de denerken öğrendiklerim, tanıdıklarım bende kalırdı ve esas kazancım da yine bu olurdu.
Yol devam ediyor. Koyduğum hedefler ve bu hedeflere varmak için gösterdiğim çaba sayesinde bugün hayatı ve kendimi dünden fazla anlamanın, harika insanlarla çevrelenmiş olmanın keyfini yaşıyorum. 5 yıl önce bugünü kestiremediğim gibi bugünden 5 yıl sonrayı da hiç bilmiyorum. Sadece, önümdeki yılların getirecekleri için hiç olmadığım kadar sabırsızlanıyorum.
19 Kasım 2017
İstanbul.
Bulent , tebrik ederim. Bunlarin 5 katini uretebilecek bir beyin enerjin var.
👏🏻👏🏻👏🏻👏🏻
hocam aynı yıla mesleğinizi yaparak, hastalarınıza şifa dağıtmayı da sığdırdınız, tebrik ederim… Doktorluk mesleği zor ve yorucu buna rağmen bu kadar güzel şeyleri de başarmış olmanız takdire şayan, önünüzdeki yıllarda tüm isteklerinizi yapmanız dileğiyle…